29 Aralık 2012 Türkiye'nin katliamlar tarihine eklendi.
Türkiye geçmiş katliamlarla ("Hayata Dönüş" Operasyonu, Maraş, Dersim, Çorum ve daha birçokları) "yüzleşmeye" çalışırken, bu vahşetin geçmişte kalmadığını suratımıza vurdu o F-16'lar.
Bu sefer vahşet gökten yağdı - öyle bir yağdı ki kimse inkar edemedi, o kadar çıplak bir vahşet ki hiçbir söylem politikası bunun üzerini örtemedi. Şırnak'ta 35 sivil profesyonel ordu tarafından profesyonelce katledildi.
Peki, şimdi hayatımıza nasıl devam edeceğiz? Bu acı bilginin bütün hayatı felce uğratması, sistemi durdurması, insan denilen varlığı büyük bir varoluşsal bir krize ve vicdan sorgusuna fırlatması gerekmez mi? Buralarda bir bilinç sıçraması yaşanması için bundan daha vahim bir olayın daha mı yaşanması gerekiyor? Körelmiş duyargaların açılması için Doğu illerine yapılacak topyekun bir bombardımanı falan mı bekliyoruz?
Bu akıl almaz vahşet karşısındaki akıl almaz pişkinlik ve tepkisizlik bir kavrayış bozukluğuna işaret ediyor. Bu bozukluğu, egemen bakışın Doğu üzerinde yıllardır uyguladığı sembolik şiddetin bir ürünü olarak görmek mümkün. Kişisel tarihinde alternatif kanallardan beslenme şansına erememiş "Türk" insanının şuuraltı yıllardır bir söylem savaşıyla, oraları, Kürtlerin yaşadığı Doğu illerini bir utanç ve kötülük yuvası olarak kodlayan mesajlarla dolduruldu.
Anadolu'dan Görünüm ve Perde Arkası gibi devletçi propaganda programlarını hatırlayın mesela: insanların kafasına işlenen o üst üste yığılmış "terörist leşi" görüntüleri ve askeri kahramanlık destanları Kürtlerin insan statüsünden mahrum bırakılmasına yol açan patolojik bir bakışı doğurdu. Gündelik hayat faşizmi devlet kanalında yıllarca yayıldı.
Tabii o dönemler geçmişte kalmadı. Bugün de medya ve devletin diğer ideolojik aygıtları aynı kampanyayı sürdürüyor. Kürtlerin acısını hissetmek için ilk önce onlara "insan" statüsü atfetme becerisine sahip olunmalı. Ama dünyadaki bütün yabancı-düşmanı, bütün ötekileştirici politikalarda olduğu gibi Türkiye'nin Kürt politikası da Kürtlerin insan-altı, gelişmemiş, uygarlık-dışı ucubeler olduğu fikri üzerine kurulu. Bu fikri yakın zaman önce devletin en yüksek mercilerinden biri olan İçişleri Bakanı'ndan duymadık mı?
Aynen aktarıyorum: "Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayriinsani durumun olduğu bir ortam." Şimdi böyle kodlayıp, ötekileştirdiğiniz, canavarlaştırdığınız "gayriinsani" ilan ettiğiniz insanlardan 35'i ölüverince tabii ki insanın içi sızlamaz. Tabii ki yer yerinden oynamaz. Yaygın medya ve gündelik hayatın da parçası haline gelmiş bu faşizan söylem aslında insanların nefretinin "Kürt teröristlere" değil, topyekün "Kürtler"e yönelik olduğunu gösteriyor.
Bu söylemi sürdürenlerin "ama Kürt kardeşlerimiz" diye açtığı pişkin parantez sadece İnönü'nün Takrir-i Sükun Kanunu'ndan, 80 ve 90'lı yıllardaki Olağanüstü Hal ve günümüzdeki KCK davalarına kadar süren şiddet yüklü bir Kürtleri Türkleştirme tarihi hiç yaşanmamış gibi davranması beklenen, amneziden mustarip "zararsız Kürtler" olsa gerek. Zira Kürtler ne zaman tarihlerini hatırlayıp, Söz'ü ele geçirmeye ve kendi hikâyelerini anlatmaya karar verseler, kardeş olmaktan çıkarlar.
Frantz Fanon, Yeryüzü'nün Lanetlileri'nde sömürgecilerin patolojilerini delik deşik ederken, sömürgeci-sömürülen ilişkinin en önemli yönünün Söz'ün, Dil'in sömürenlerin elinde olmasıdır demişti. Aydınlanma mantığının parçası olan Batı değerlerinin Doğu'ya dayatılması projesi, ötekilerin sessizliğine, ifadeden mahrum bırakılmasına dayalıdır.
Ötekilerin kimlik tanımları merkezdekilerden "İnsan" tanımına göre şekillendirilir.
Ötekilerin acıları değil, egemen güçlerin bu acıyı tanımlayış şekli geçerli olacaktır.
Ötekiler ne kadar "isyancı/özgürlük savaşçısı" çıkartırsa çıkarsın, bunlar egemen tarafın dil süzgecinden geçirilip "terörist"e dönüşecektir. Bu dönüşüm de zaten yeryüzünün lanetlerine uygulanan bütün vahşetlerin ve bu vahşetler karşısındaki tepkisizliğin zeminini hazırlar.
Kürtler maalesef buraların, Türkiye'nin lanetlileri. Ve "Türk insanı" denilen kurgunun şuuraltına ya da kolektif bilinçdışına ya da her ne derseniz ona on yıllardır işlenen örtük nefret, Hannah Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" dediği şeye yol açıyor. Şu anda "egemen" görüşün açıklamaları gösteriyor ki, 29 Aralık Uludere Katliamı da "Türk insanı"nın şuurunda bir kırılmaya yol açmayacak: "Sıradan" bir şey olarak kalacak.
Uludere'de yaşananlar, kaldırıldığı iddia edilen olağanüstü halin olağan, sıradan bir durum olarak varlığını sürdürdüğünü gösteriyor. Tuhaf ifadeler üretmek gerekiyor bu durumu anlatmak için; olağan olağanüstü halin olağan vahşeti. Ne yazık ki vahşeti olağanlaştıran mekanizmanın yok edilmesi için F-16'lardan atılan bombaların barizliği yetmiyor; şuuraltına işlenmiş bütün ötekileştirici/canavarlaştırıcı kodların feshedilmesi gerekiyor.
Duyargaları hala açık olanlar için Sartre'ın Yeryüzünün Lanetlileri'ne yazdığı önsözde sarf ettiği şu cümlelerin hala bir anlamı olabilir belki:
"İşkencenin kör edici parlaklığı gökyüzünün en yüksek noktasında, tüm ülkeyi aydınlatıyor; bu parlak ışık altında tek bir kahkaha bile artık samimi çıkmıyor, öfke ve korkuyu maskelemek için boyanmamış tek bir yüz, tiksintimizi ve suç ortaklığımızı ele vermeyen tek bir hareket yok artık."
* Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, (The Wretched of the Earth), Sosyalist Yayınlar