*Fotoğraf: AA/ Arşiv
Yazının Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
İklim değişikliğiyle mücadelenin COVID-19 sonrası seyrine ilişkin tartışmalar sürerken Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA) "2050’ye kadar Net Sıfır Emisyon: Küresel Enerji Sektörü için Yol Haritası" raporu artık söylemden eyleme geçileceğine ilişkin umutları canlandırdı.
Sera gazı emisyonlarının yaklaşık dörtte üçünün kaynağının fosil yakıtların olduğundan hareketle, ilgili rapor, kömürden çıkılmasının yanı sıra petrol ve doğal gaz arama faaliyetlerine de son verilmesi çağrısı yapıyor.
Bugüne kadar fosil yakıt üreten şirketlere desteğiyle bilenen UEA’nın raporu "fosil yakıt endüstrisinin kalbine saplanan bir bıçak" şeklinde yorumları beraberinde getirdi. Bu radikal dönüşümün ise temiz enerjiye yapılan büyük yatırımlarla telafi edilebileceği belirtiliyor.
Tam dönüşüm çağrısı
Raporda, 2050’de net sıfır emisyon hedefi doğrultusunda enerji sektöründe atılması gereken yedi adımın (enerji verimliliği, elektrifikasyon, yenilebilir enerji, davranış değişikliği, hidrojen, biyoenerji ve karbon tutma/depolama teknolojileri) yanı sıra ulaşım ve sanayide tam dönüşümün gereği vurgulanıyor.
İlgili dönüşüm sürecinde yenilenebilir enerji teknolojileri elektrik arzındaki emisyonların azaltmanın anahtarı olarak nitelendiriliyor; rüzgâr ve güneşten elektrik üretiminin 2050’ye kadar sekiz kattan fazla artması gereği ortaya konuluyor.
Neden bugün?
Peki, UEA neden ekonomilerimizin temelini oluşturan enerji sistemlerinin tamamen dönüşümünü gerektiren bir yol haritasını günümüzde açıkladı?
Raporun önsözünde İcra Direktörü Dr. Fatih Birol’un belirttiği üzere Paris İklim Anlaşması uyarınca küresel sıcaklıklardaki artışı 1,5 °C ile sınırlamak için şansımız olacaksa, içinde olduğumuz sene önümüzdeki kritik on yılın başlangıcı.
Dr. Birol, kasım ayında Glasgow’da gerçekleşecek olan 26’ncı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nı (COP26), 2015 Paris İklim Anlaşması’nın temelleri üzerine inşa edilecek küresel hedeflerin ve iklimle ilgili eylemlerin güçlendirilmesinin odak noktası olarak nitelendiriyor.
Antroposen: İnsan kaynaklı doğa talanının son aşaması
Raporun zamanlamasına daha geniş bir açıdan bakıldığında ise insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir çevre kriziyle karşı karşıya olduğumuz görülebilir. Karbondioksit seviyeleri üç milyon yıldır görülmeyen yüksekliklere ulaştığı gibi dinozorların zamanından bu yana en büyük kitlesel yokoluş yaklaşmakta.
Böylesine büyük değişiklikler, insanlığın doğanın dengesini bozma ölçeğinin zirvesine ulaştığı yeni bir jeolojik çağı işaret ediyor: Antroposen (insan çağı).
Bu çağ, çevresel tahribatın neden olduğu baskılara (iklim değişikliği gibi) karşı enerji üretme ve tüketme şeklimizde kapsamlı dönüşümü gerektiriyor.
Çevresel bozulmanın nedeni- tek değilse de en büyüğü -UEA’nın raporunda da altını çizdiği üzere- fosil yakıtlara (petrol, doğal gaz, kömür) olan küresel bağımlılık.
Nitekim Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 2020 yılındaki İnsani Gelişme Raporunun başlığını "Önümüzdeki Sınır: İnsani Gelişme ve Antroposen" olarak belirlemişti.
İnsani kalkınma çerçevesinde politikalar
İlgili rapor, tarihimizde ilk kez gezegen ölçeğinde insan yapımı ciddi ve acil “varoluşsal risklerin” ortaya çıkmakta olduğundan hareketle artık kapsamına gezegensel baskıları içeren “insani kalkınma” (human development) çerçevesinde politikalar benimsenmesi gereğini ortaya koyuyor.
“İnsani kalkınmadan” kastedilen sadece insanların içinde yaşadığı ekonominin zenginliği (yani büyümesi) değil, daha ziyade insan yaşamının zenginliği. İnsani kalkınma, bu yönüyle, insanlara, onların fırsatlarına ve seçimlerine odaklanır.
Hiç şüphesiz, insani kalkınma düzeyinin artması modern hayatın vazgeçilmezi olan enerjiye erişim kadar bunun hangi sosyo-ekonomik maliyetlerle gerçekleştirildiğiyle de doğrudan ilgili.
Enerji çatışmaları insani kalkınmanın neresinde?
Her ne kadar insanlık, büyük oranda fosil kaynak kullanımının sebep olduğu, iklim krizi gibi varoluşsal risklerin altındaysa da dünyanın çeşitli bölgeleri (Arktik, Güney Çin Denizi, Doğu Akdeniz) enerji güvenliğine ilişkin kaygıların tetiklediği ve başta fosil yakıt sızıntıları gibi çeşitli çevresel riskler barındıran jeopolitik çatışmalara sahne oluyor.
Küresel ticarete olan maliyetinin milyarlarca dolar olarak hesaplandığı dev konteyner gemisinin Mısır’daki Süveyş Kanalında altı gün boyunca deniz trafiğini durdurması sonrası "Kuzey Rotasının" geçtiği Arktik dünyanın gündeminde.
*Fotoğraf: ABD Savunma Bakanlığı
Başta fosil yakıtlar olmak üzere birçok zengin mineral potansiyelinin varlığının tetiklediği bölge, Amerika, Rusya ve Çin gibi büyük güçlerin dâhil olduğu, jeopolitik rekabet alanı konumunda.
Tabanının altında 5 trilyon dolar değer biçilen büyük petrol ve doğal gaz rezerv potansiyeline sahip Güney Çin Denizi de bölgedeki diğer devletlerin yanı sıra Çin ile Amerika arasında jeopolitik gerilime sahne oluyor.
Aşağıda değinileceği üzere Doğu Akdeniz ise Kıbrıs adası açıklarında deniz yetki alanları sorunlu bölgelerde keşfedilen henüz çıkarılamamış potansiyel doğal gaz rezervleri (iyimser tahminle Türkiye’nin 10-15 senelik ihtiyacını karşılayabilecek miktarda) ve bunların ihraç yolları üzerinde çatışmanın alanı konumunda.
Neden jeopolitik rekabet?
İlgili çatışmaların tarafları neden gezegenimiz için varoluşsal tehdit olan iklim kriziyle mücadeleyi önceliklendirmek yerine geleceği olmayan fosil kaynakların kontrolünü güvene almak için jeopolitik rekabet içerisinde?
Bu sorunun cevabı siyasi karar vericilerin-en az 45 farklı şekli olan- enerji güvenliği tanımlamalarından hangisini tercih ettiklerinin yanı sıra enerjiye ilişkin güvensizliklerinde hangi iç/dış siyasete ilişkin araç setine başvurduklarında yatıyor.
Karar alıcılar enerji güvenliğine yönelik politikalarını boşluk içerisinde oluşturmazlar. Bunu birçok nesnel/öznel iç ve dış kökenli faktörün etkileştiği bir bağlam içerisinde gerçekleştirirler.
Bahsedilen faktörler arasında görece nesnel olanlar küresel/uluslararası/bölgesel/ulusal siyasi-ekonomik ortam, devlet kapasitesi, ülkenin ekonomik durumu ve kaynak potansiyeli sayılabilir.
Görece öznel faktörler ise siyasi karar alıcıların hangi öncelikli nesneyi (devlet, ekonomik büyüme, toplum, insan, çevre gibi) hangi tehditlere (savaş, enerji arzı, iklim krizi gibi) karşı nasıl koruyacaklarına (güç diplomasi, jeopolitik ittifaklar, enerji diplomasisi, sürdürülebilir enerji sistemine geçiş) ilişkin güvenlik algılamaları.
*Fotoğraf: TASS
Enerji güvenliğine yönelik üç yaklaşım
Siyasi karar alıcılar enerji güvenliğini tanımlarken ve bu güvensizliği gidermek için hangi iç/dış araç setine başvuracaklarını belirlerken üç temel yaklaşım kullanır:
- Gerçekçi/Jeopolitik/Neo-Merkantilist
- İktisadi Liberal
- Çevresel
Gerçekçi/jeopolitik/neo-merkantilist yaklaşıma göre enerji güvenliğinden asıl korunması gereken nesne olan devletin enerji bağımsızlığı anlaşılır.
Bu devlet güvenliği odaklı bakış açısı coğrafi olarak sabit ve sınırlı olan kaynakların sahipliği ve bunların iletim hatlarının kontrolünü ulusal güç ve uluslararası etkiyle ilişkilendirir.
Buradan hareketle toplumsal ve çevresel olumsuz dışsallıklarından bağımsız olarak ülke içinde yerli kaynak üretiminin artması, ülke dışında ise stratejik iş birlikleri ve etki alanlarının tesisi, gerekirse askeri güç kullanımı, yoluyla dış kaynak arzının kontrolünün tesisi gerekir.
İktisadi-liberal yaklaşım
İktisadi liberal yaklaşım ise odağına iktisadi büyümeyi alır; enerjide güvenliğin karşılıklı bağımlılıklar ve kurallarla belirlenmiş iktisadi iş birlikleri yoluyla tesis edilebileceğini var sayar.
Bu bakımdan, karar alıcıların, piyasa dinamikleri ve iş birlikleri dışına çıkıp belli bir coğrafyadaki kaynaklar üzerinde devlet egemenliğini öncelemesi, arza ilişkin riskleri arttırarak fiyat istikrasızlığı yaratacağı gibi enerji güvensizliğine sebep olacaktır.
Çevresel yaklaşım
Diğer ikisinden farklı olarak çevresel yaklaşım belli bir devletin güvenliği veya insani gelişmişlikle ilişkisi sorunlu olan iktisadi büyüme yerine odağına ortak müşterek olan eko-sistemi alır.
Çevresel bakış, reformcu ve radikal yorumları olmakla beraber, eko-sisteme olan varoluşsal tehdidin nedeninin, özellikle ilk sanayi devrimiyle beraber gezegenimize baskılar yapan, insanın kendisi olduğu tespitini yapar.
Nitekim, insanlığın doğaya yaptığı tahribatın boyutu yeni bir jeolojik çağ olan antroposene girilmesine sebep oldu.
Konumuzla ilişkili olarak çevresel yaklaşıma göre öncelikle yapılması gereken enerji güvenliğini tanımlarken ekosistemi varoluşsal tehdit altında olan nesne, tehdidi ise fosil yakıt kullanımı olarak belirlemek olacaktır.
Bu noktada belirtilmelidir ki nükleer enerjinin karbon emisyonu salımı olmaması demek bu enerjinin çevresel olarak sürdürülebilirlik için gerekli şartların birini sağlasa dahi yeterli şartı sağlamaz. Bu durum Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporları sorunlu hidroelektrik santraller (HES) için de geçerli.
Buradan hareketle yapılması gereken karbon yoğun sektörlerden ve enerji kaynaklarından kademeli olarak çıkıp, yeşil ekonomik düzene geçişi hızlandırmak. Böylece, fosil kaynak sahipliği üzerine çatışmalar giderek daha gereksiz bir hal alacağı gibi enerji güvenliği de sağlanmış olur.
Türkiye’de 'büyüme fetişizmi'
Türkiye’nin enerji güvenliği tanımlaması ve bunun sağlanması için hangi politikaların uygulanacağı birçok iç ve dış kökenli unsurun etkileştiği bir bağlam içerisinde veriliyor.
Daha açık bir ifadeyle, ülkenin coğrafi konumu, devlet kapasitesi, ekonomik durum, kaynak potansiyeli, ekonomik model, parti siyaseti (Cumhur ittifakı gibi) ve jeopolitik güvenlik algılamaları da enerji politika tercihlerinde etkili.
Türkiye, W.W. Rostow’un modern kalkınmacı modelinin etkisinde kalarak özellikle 1950’lerden beri Batı’yı yakalamak (catching up with the West) arzusuyla iktisadi büyümeyi önceledi. 1980’lerle beraber neoliberal modele geçişin uzantısı olarak son dönemde “büyüme fetişizmine” kapıldığı gibi sosyal, ekonomik ve çevresel maliyetleri daha da arka plana itti.
Yurtta yerli, cihanda mavi vatan
Günümüzde Türkiye birincil enerji tüketimini yüzde 70-75 oranlarında ithal kaynaklardan temin ediyor. Ülkenin birincil enerji tüketiminde fosil kaynakların payı ise yüzde 80-85 sevilerinde.
"Milli Enerji ve Maden Politikası" uyarınca Türkiye, yerli kaynak geliştirilmesine hız verdi. Bu yolda petrol/doğal gaz aramalarını arttıran Türkiye; Karadeniz, Diyarbakır ve Kırklareli’nde keşifler yaptığını açıklandı. Bunların yanı sıra sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ve depolama tesislerine yatırım yaptı, hidrojen stratejisi oluşturmayı gündemine aldı.
Halen tartışılmakta olan bir kararla ilki Rus devlet şirketi Rosatom tarafından Mersin Akkuyu’da inşa edilecek nükleer santral kurulumuna onay verildi. Sinop’ta yapılması öngörülen nükleer santral ise Japan ortağın maliyet gerekçesiyle rafa kaldırıldı.
*Fotoğraf: Ömür Avcı/AA
Enerji merkezi olma hedefi
Ülke dışında ise enerji diplomasisini devreye sokup, coğrafi konumunun avantajını da kullanarak, çeşitli boru hatları (TANAP, Türk Akımı) yoluyla arzı arttırma yoluna gidildi.
Hatta Türkiye, enerji merkezi/hub’ı olmak gibi iddialı bir hedef ortaya koyarak, enerji politikasını dış politikasıyla ilişkilendirerek, bölgesinde jeopolitik etkisini arttırmayı amaçlıyor.
Aynı paralelde, Türkiye, deniz alanları paylaşımı konusunda tartışmalı olsa dahi Kıbrıs’ın güney açıklarındaki doğal gaz keşiflerini fırsat olarak değerlendirdi ve bunların kendisi üzerinden Avrupa doğal piyasasına ihracat edilmesi gerektiği tezini işledi.
Avrupa Birliği (AB) üyesi Yunanistan ve tanımadığı Kıbrıs Cumhuriyeti’yle henüz üretim aşamasına geçememiş kaynak potansiyeli ve bunların olası ihraç yolları (EastMed gibi) üzerinde jeopolitik rekabete soyunan Türkiye, “Mavi Vatan” doktrini uyarınca güç diplomasisi (gunboat diplomacy) araçlarını kullanmak yoluyla belli dönemlerde “gerilimi tırmandırma politikası” (brikmanship diplomacy) uyguladı.
Kasım 2019’da Libya’yla yapılan deniz alanları yetkilendirme anlaşmasıyla ise "oyunu bozduğunu" iddia etti. Her ne kadar ABD’de Joe Biden’ın Başkanlığa gelmesi ve Mart 2021 AB Bakanları Zirvesi sonrası bölgedeki jeopolitik gerilimler şimdilik rafa kalkmış gibi gözükse dahi tarafların pozisyonlarında herhangi bir değişiklik mevcut olmadığı gibi silahlanma yarışı da giderek tırmanıyor.
*Fotoğraf: AA/Arşiv
Yeşil patikalarda yürümemekte ısrar
Yukarıda değinildiği üzere UEA gibi bugüne kadar fosil yakıt şirketlerine destek veren bir kurumun bile 2050’ye Paris İklim Anlaşması paralelinde hedefler koymuş olduğu bir ortamdayız.
Hâlbuki salım oranlarında dünya 15’incisi olan Türkiye, karbon yoğun bir patikada yürümekte ısrarcı olup İran, Eritre, Irak, Libya ve Yemen gibi ülkeler grubunda yer alıp, meclisinde Paris’i onaylamadı.
Son dönemdeki elektrik üretiminde rüzgâr ve güneşte erişilen yüzde 12’lik pay kayda değer olmakla beraber bu gelişme kömürün yüzde 35-40’lık payının gölgesinde kalıyor. Doğu Akdeniz’de ise görünür sebep olarak fosil yakıtlar nedeniyle AB’yle çatışma tercih ediliyor.
Dönüşüm fırsatını ıskalıyor
Türkiye iklim kriziyle mücadele bir yana, yüzde 55-60’lık payla önde gelen ihracat pazarı olan AB’nin Yeşil Mutabakat (Green Deal) uyarınca hızlandırdığı yeşil ekonomik dönüşümü ıskalar gözükmektedir.
Türkiye’nin yeşil patikalardan yürümemekte ısrar etmesi durumunda ekonomisine en doğrudan etki AB’nin sınırda karbon düzenlemenin ek maliyetleri ve rekabet kaybı olacak.
Bu ısrarın ekosistemine etkisi ise giderek artan kuraklık, su sıkıntısı, tarımda rekolte kaybı, hava kirliliği ve doğa talanı olarak kendini gösterecek.
(Eİ/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! - Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye - Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler - Özdeş Özbay
3 / Türkiye'nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan - Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi - Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Güzel günler göreceğiz, termiksiz ve güneşli günler - Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek - Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet - Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek - Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? - Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı - Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında - Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor - Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.