Richard Kearney’in ötekiliği yorumladığı; Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar adlı kitabında şöyle bir bölüm var:
“Kötülük yabancılaşmadır, kötü de yabancı. Dışsallığa karşı gelişen önyargılarımız, çağdaş dünyamızda da hiçbir şekilde değişmemiştir ve yok olmamıştır. Aşina olmadığımız her duruma, bireye ve duyguya ‘kötü’ yaftası yapıştırıp, paranoyalarımızı ortaya çıkaracak bir yığın popüler medya alıntısı ile karşılaşıyoruz. Böyle masallar, ötekinin düşmanı, yabancının günah keçisi, muhalefetin şeytan olduğu fikrini pekiştiriyor. “
Kearney’in de bahsettiği gibi kültür çizdiği sınırların dışında kalan her bir formu ötekileştiriyor. Kültürün yok olmama isteğinden doğan yabancılaştırma insanların kendilerine ve başkalarına zarar vermelerine neden oluyor.
İşte tam bu noktada son günlerde yoğun bir şekilde yaşadığım, beni son derece rahatsız eden Suriyeli mültecilere karşı oluşan nefret söylemlerinin açığa çıktığı noktaları düşünüyorum. Hiç tanımadığımız bir kültür ve bu kültürün yarattığı insanlara, kötü yaftasını çok rahat yapıştırabiliyoruz. Bu kadar mı değersiz hayat, hayatlar? Bu kadar mı anlaşılmaz yaşanılanlar? Yarın bir gün aynı durumla karşılaşmayacağımız ve başka bir ülkeye yerleşmek zorunda kalmayacağımızın bir garantisi mi var? Nefret gibi bir duygunun hızla yayıldığı bir toplumda nefes almak zor ve sancılı…
UNHCR raporuna göre “mültecilerin büyük çoğunluğu, en yüksek yoğunlukların Lübnan (1.14 milyon), Ürdün (608 bin) ve Türkiye’de (815 bin) olduğu Suriye’ye komşu ülkelerde kalıyor. 3 milyon kayıtlı mülteciye ek olarak, hükümetler daha fazla Suriyelinin ülkelerine sığınmış olduğunu tahmin ediyor. Her beş mültecide en az dördü, kampların dışında kasaba ve şehirlerde yaşamlarını sürdürme mücadelesi veriyor ve yakın zamanda gerçekleştirilen bir ankete göre bu insanların yüzde 38’i standartların altında barınaklarda yaşıyor.
Bunlar korkunç tablolar ama daha korkunçları da var. Savaşın yarattığı en büyük acı, kadınlar ve çocuklar…
Suriyeli koca yürekli, yalnız kadınlar… Ülkelerinde yaşadıkları tüm kötü karelerin yarattığı travmayı atlatamadan hiç bilmedikleri bir dilin konuşulduğu tanımadıkları bir kültürde, insanların aşağılayan kirli bakışları gölgesinde var olmaya çabalıyorlar. Açlık, sefalet içinde yaşarken sahip olmadıkları tek hayatı, korkuların ve zorunluluğun doğurduğu bir evlilikle sonlandırıyorlar, sahip oldukları yitip giden tek bir hayat gibi…
UNHCR mültecilik döngüsü içerisinde kadın ve kız çocuklarına yönelik cinsiyet / toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti sınıflandırdığı raporu incelendiğinde korkunç tablo ile yüz yüze geliyoruz. Rapora göre mülteci kadınlar;
Çatışma sırasında, kaçıştan önce;
* İktidarda bulunan kişiler tarafından taciz edilme,
* Kadınların cinsel olarak işkence görmesi,
* "Askerler" tarafından cinsel şiddet uygulanması,
* Toplu tecavüz ve hamile bırakılma,
* Çatışma halindeki tarafların silahlı mensupları tarafından kaçırılma…
Kaçış sırasında;
* Haydutlar, sinir muhafızları tarafından cinsel saldırı,
* İnsan tacirleri, köle ticareti yapanlar tarafından yakalanma…
Sığınma ülkesinde;
* Otorite sahibi kişiler tarafından cinsel saldırı,
* Ailelerinden ayrı düşmüş kız çocuklara, bakıcı aile yanındayken cinsel taciz,
* Aileiçi şiddet,
* Yakacak toplarken, su almaya giderken cinsel saldırı,
* Hayatta kalabilmek için cinsel ilişkiye zorlanmak/ zorla fuhuş…
* Sığınma ülkesinde yasal bir statü beklerken ya da yardım ve kaynaklara erişmeyi beklerken cinsel taciz durumları ile karşı karşıya kalabiliyor.
Özellikle erken yaşta zorla evlilikler ve çocuk istismarının yoğun bir şekilde yaşandığı ülkemizde, sığınmacı kadınların büyük zorluklarla karşılaşmayacaklarını düşünmek gibi bir olanak ne yazık ki mümkün değil. Medyada çok fazla yer almayan mülteci kadınlara yönelik artan taciz ve tecavüz vakaları ile ilgili bilgiye çeşitli kuruluşların yayınladıkları raporlar sayesinde ulaşabiliyoruz. MAZLUMDER raporuna göre; Batman Barosu Kadın Hakları Komisyonu Üyesi avukat Seçil Erpolat, Batman’da da küçük yaştaki Suriyeli kızların çoğu zaman komisyoncuların aracı olduğu, imam nikâhı ile ticarete dönüşmüş evliliklerle istismar edildiğini ve özellikle çocukların başlık parası adı altında belirli bir ücret karşılığında evlendirilmesi durumunun çok sık yaşandığını belirtiyor.
Tüm bunlar yaşanırken tuhaf olan konu şu aslında; ana akım medyada çokça yer verilen nefret söylemlerinin yoğunluğunun gerisinde kalan ve çok fazla dile getirilmeyen mülteci kadınların yaşadıkları...
Geçtiğimiz haftalarda medyanın dur durak bilmeden yayınladığı Suriyeli mültecinin ev sahibini öldürmesi olayı karşısında yayılan korkunun halkta milliyetçi duyguları ortaya çıkaracağı düşünülmemiş olabilir mi? Her şey bu kadar masum ya da düşüncesizce kurgulanmış olabilir mi?
Özellikle ayrımcı söylemlerin karşılık bulduğu ve linç kültürüne meyilli bir toplumsal yapı içerisinde, namlunun ucunda bekleyen mermi misali insan modellerine sahipken medyanın bu haberleri defalarca yayınlayarak gözümüze sokmasına, etrafa ateş saçmasına gerek var mı?
Suriyeli mülteci kadınların sorununu ekrana taşımak yerine nefreti ekrana taşımak ne büyük bir kötülük. Kötülük yabancılaşmadır, kötü de yabancı… (ÖH/ÇT)