Türkiye’nin bir geleceği var mı sorusuna çeşitli açılardan yanıtlar aranabilir. Ben çerçevesi oldukça daraltılmış bir mesele üzerinden bu soruya bir yanıt arayacağım: Su varlıklarımızdaki kimyasal kirlenme meselesi ve bu meseleye mevcut siyasal iktidarın yaklaşımı.
Yeryüzündeki su miktarı sabittir. Su yer değiştirebilir ama asla yok olmaz. Gezegenimizdeki su sürekli akış halindedir ve bu akış esnasında katı, sıvı ve gaz formlara dönüşerek biçim ve yer değiştirir. Su döngüsü adı verilen bu akış en önemli ekolojik döngülerden biri.
Su döngüsü, suyun okyanus ve denizlerden buharlaşarak atmosfere, atmosferden yağışlar halinde yeryüzüne ve sonra yerüstü ve yeraltından akışlar halinde yeniden deniz ve okyanuslara ulaşması şeklindeki genel dolaşımına verilen isim. Su bu dolaşım esnasında bitkisel veya hayvansal bütün canlı türleri tarafından kullanılır.
Dünyanın toplam yüzölçümünün üçte ikisini sular, üçte birini ise karalar kaplıyor. Suların yüzde 97,4 tuzlu, yüzde 2,6’sı ise tatlı sulardan oluşuyor. Tatlı suların tamamı da kullanılabilir durumda değil; bir kısmı buzullarda (yüzde 68,7) ve bir kısmı da yer altı havzalarında (yüzde 30,1) bulunuyor. Dolayısıyla yeryüzündeki kullanılabilir su miktarı oldukça küçük bir hacim kaplıyor. Belki basit bir benzetme yeryüzündeki tatlı suların ne kadar az olduğunu kavramamıza yardımcı olabilir.
Basket topu üzerindeki tuz tanesi
Dünya bir basket topu kadar küçültülebilseydi tatlı ve tuzlu bütün sular bir küçük ceviz tanesi kadar, nehir ve göllerde ulaşılabilir durumda olan tatlı sular ise sadece bir küçük tuz tanesi kadar yer kaplayacaktı.
Sadece insanlar değil diğer canlıların da kullanabildiği bütün su bir basket topunun üzerindeki tuz tanesi büyüklüğünde bir yer tutacaktı. (Yaklaşık bir fikir vermek için yapılan bu kıyaslamanın neye benzediği yazının başında yer alan kapak görselinde yer alıyor. Hemen bakmayın. Yazıyı okumakta olduğumuz yeri kaybettiren açıklamaların okuru sinirlendirdiği söylenir; o nedenle bu yazıyı okumayı bitirdikten sonra görsele bakmanızı öneriyorum.)
Tarımsal ve endüstriyel faaliyetlerde kullandığımız; içmek, temizlik, yemek yapmak, yıkanmak, havuzlara doldurmak, bahçe ve çim sulamak vs gibi çeşitli işler için kullandığımız bütün su basket topu üzerindeki tuz tanesi kadar yer tutuyor.
İklim krizi, aşırı ve gereksiz kullanım, kimyasal kirlenme, ormanların tahribi, kuraklık ve çoraklaşma gibi çeşitli nedenlerle o tuz tanesi kadar tatlı suyun da coğrafi dağılımı değişiyor ve kullanılabilir miktarı da sürekli azaltılıyor. Bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye sahip olunan su varlıkları açısından da büyük farklılıklar var.
Türkiye’deki durum
Türkiye su varlıkları açısından zengin bir ülke değil. Türkiye'deki arazilerin yüzde 37,3’ünün kurak ve yarı kurak alan olduğu belirtiliyor. Önümüzdeki yıllarda iklim krizinin yol açacağı olumsuz değişiklikler kurak alanların daha da artışına yol açacak. Uluslararası İklim Değişikliği Paneli`nin (IPCC) 3. tahmin raporunda Türkiye’nin güney bölgelerinin önümüzdeki yıllarda ciddi kuraklık tehdidiyle karşı karşıya kalacağı belirtilmiş ve Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan bölgelerde kış mevsimindeki yağışların yüzde 20-50 arasında azalacağı tahmin edilmişti.
Türkiye’de kişi başına 1652 metreküp olan yıllık su potansiyelinin 2030 yılında 100 milyona ulaşacak nüfus ve iklim değişikliğinin olumsuz etkileri hesaba katıldığında 700 metreküpe kadar gerileyebileceği tahmin ediliyor.
Kişi başına su potansiyeli 2 bin metreküpün altındaki ülkeler "su azlığı", bin metreküpün altındaki ülkeler ise "su fakirliği" çeken ülke olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin yakın gelecekte su temini ile ilgili ciddi sorunlarla yüz yüze kalacağını söylemek yanlış olmaz. Ancak su kıtlığı tahminlerinde yer almayan ama mutlaka dikkate alınması gereken bir sorun var: Sulardaki kimyasal kirlilik sorunu.
Sularda kimyasal kirlilik
Kimyasal kirlilik bir su varlığını kullanılamaz veya içilemez kılabilir. Örneğin Almanya su açısından bolluk içinde olan ülkelerden biri olmasına rağmen su varlıklarının yüzde 90’dan fazlasında gözlenen kimyasal kirlenme nedeniyle Avrupa’da su kalitesinin en bozuk olduğu bir numaralı ülkelerden biridir.
Suyun elde edildiği coğrafi bölgenin jeolojik yapısı, kentsel kanalizasyon atıkları, tarım ve sanayi faaliyetleri sonucu açığa çıkan çeşitli atıklar sularda kimyasal kirlenmeye yol açan en önemli kaynaklardır.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Su İşleri Genel Müdürlüğü 2014 yılı sonunda tamamladığı bir çalışma ile Türkiye genelinde yeraltı ve yerüstü sularına bulaşması muhtemel bütün noktasal ve yayılı kaynaklı kirlilik etmenlerini belirledi.
Kirletici kaynakların niteliğine göre su kirliliği noktasal kirlilik ve yayılı kirlilik olmak üzere iki farklı sınıfta inceleniyor. Noktasal kirlilik bir arıtım tesisi veya fabrika gibi belirli bir noktadan kaynaklanan kirliliği; yayılı kirlilik ise bir tarım havzası gibi belirli ve tek bir kaynağı olmayan, geniş bir sahadan ya da çeşitli noktalardan açığa çıkan kirlilik etmenlerinin zamanla belli bir yerde birikmesi sonucu açığa çıkan kirliliği ifade ediyor. Tarımsal ve endüstriyel faaliyetlerin düzeyi, kentleşme oranı, atıkların nasıl depolandığı ve arıtıldığına gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak kimyasal kirleticilerin sayısı ve sulardaki miktarı ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor.
Türkiye’ye özgü kimyasal kirleticiler
Su İşleri Genel Müdürlüğü’nce sularda kimyasal kirlenmeye neden olan 116 noktasal kaynaklı ve 133 adet yayılı kaynaklı olmak üzere Türkiye’ye özgü toplam 249 adet kimyasal kirletici tespit edildi.
Uluslararası alandaki uygulamaların taranması ile bu kirletici etkenlerden 85 tanesi için uluslararası içme suyu standartlarında bir hüküm olduğu belirlendi.
Bir etken madde içme suyu standardında yer alıyorsa o etken maddenin sularda bulunacağı maksimum miktar için bir değer var demektir. Yani o etken maddenin 1 litre içme suyunda aşmaması gereken miktarın (Maksimum Kalıntı Limiti) ne olduğu belirlenmiştir. Bir kimyasalın belirli bir eşik değeri aşması durumunda sağlık sorunlarına neden olduğu kabul edilir. Örneğin içme sularında bulunması muhtemel zehirli maddelerden biri olan arsenik için bu sınır değer 1 litre suda 10 mikrogram (bir gramın milyonda biri) olarak belirlenmiştir. İçinde 10 mikrogramdan fazla arsenik bulunduran sular içme suyu olarak kullanılamaz. Maksimum kalıntı limitine dayalı koruyucu sağlık anlayışının da yetersiz olduğu noktalar var ama buna başka bir yazıda değineceğim.
Bu bilgiler ışığında ülkemizdeki Su Yönetimi Genel Müdürlüğü’nün noktasal ve yayılı kirlilik etkenleri olarak tespit ettiği 249 kirleticinin yüzde 34’üne denk gelen 85 tanesi için uluslararası mevzuatta bir hüküm olduğunu, dolayısıyla hüküm bulunan standartların doğrudan alınıp kullanılabileceğini; yani ulusal mevzuata entegre edilebileceğini söyleyebiliriz. Geriye kalan yüzde 66’lık kısımda yer alan 164 adet kirletici için mevzuatta bir hüküm yer almıyor. Bir başka deyişle bu kirleticilerin sularda aşmaması gereken sınır değerlerin ne olduğunu bilmiyoruz. Bu değerlerin bir an önce belirlenmesi gerekiyor. Bunu yapmak için de bu kirleticilere yönelik çevresel kalite standartların çıkarılması gerekli.
Bu standartları hangi kurum çıkaracak
Türkiye’de mevcut su yönetimine genel yaklaşım kirliliği önleme odaklı; ancak önleme faaliyetinden söz edebilmek için kapsamlı, iyi planlanmış, periyodik yani düzenli aralıklarla ve uygun bir analitik donanıma sahip kurumlar eliyle yürütülecek bir kirlilik kontrolü ve izleme çalışmalarının yapılması gerekli. Ülkemizde 29 Haziran 2011 tarihli ve 645 sayılı “Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı altında kurulan Su Yönetimi Genel Müdürlüğü’nün görevlerinden biri ülke genelinde su kalitesini izlemek veya izletmek olarak tanımlanmıştır.
Çevresel kalite standartlarını çıkaracak olan, kirlilik izleme ve değerlendirme çalışmalarını yapacak olan kamu kurumu da Su Yönetimi Genel Müdürlüğü’dür.
Çevresel kalite standartların çıkarılıp çıkarılmadığına, sularda kimyasal kirlenmeye yol açacak 249 etkenden kaç tanesinin tespit edilebildiğine, ne gibi izleme ve kontrol çalışmaları yapıldığına dair hiçbir bilgi yok. Bu kirleticilerin sularda bulunup bulunmadığını tespit etmeye yönelik bir çalışmanın yapılmadığını, sulardaki kimyasal kirlilik etmenlerini belirlemeye yönelik çalışmalarda büyük bir yetersizlik ve eksiklik olduğunu düşünüyorum. Bu konuda ne gibi çalışmalar yapıldığı, sularda hangi kimyasal kirlilik etmenlerinin kontrol edildiği ve ne gibi önlemler alındığı da çok belirsiz. İşin aslı mevcut mevzuatta yer alan 85 adet kirleticinin kaçının kontrol edilebildiği bile şüpheli. Oysa su varlıklarındaki kimyasal kirlenmenin ne düzeyde olduğunu araştırmak bir durum tespiti yapmak yakın bir gelecekte karşımıza çıkacak su kıtlığı sorununu hafifletmek için ne gibi önlemler alınacağını belirlemek için şarttır. Bu işlerin şimdiye kadar yapılmamış olması işbaşındaki AKP iktidarı açısından büyük bir zafiyet olarak görülmeli.
Ama dile getirilmesi gereken başka sorunlar da var.
Ülke genelinde orman ekosistemlerinin tahribi, suları en çok kirleten endüstri ve madencilik faaliyetlerinin abuk subuk bir kalkınma anlayışıyla önünün açılması, kontrolsüzce doğaya salınan kimyasal atıklara göz yumulması işbaşındaki siyasal iktidarın su varlıklarını tahrip eden çeşitli icraatlarından bazıları. Bu icraatlar bile bu ülkenin yakın geleceğini şimdiden karartma potansiyeline sahipken siyasal iktidarın Marmara bölgesine yapmayı düşündüğü Kanal İstanbul projesinin sadece Marmara bölgesine değil tüm Türkiye Cumhuriyeti’ne rahmet okutacak bir proje olacağını söyleyebilirim.
Ülkemizdeki siyasal atmosfer, medya ve üniversitelerin hali öylesine berbat bir seviyedeki hayati olan, geleceğimizi ilgilendiren kritik sorunların hiçbiri ülke gündemine giremiyor, tartışılamıyor ne yazık ki.
Su gibi hayatın devamlılığında kritik önem taşıyan bir fiziki varlığın eksikliğinin, yokluğunun bir toplumun, bir ülkenin yokluğu anlamına geleceğini fark edemiyoruz.
AKP iktidarının baskısı, her türlü gerçekliği çarpıtan politik dili öylesine kuşattı ki her yanımızı politikanın en temelde bir arada yaşamayı olanaksız kılan sorunlara çözümler oluşturmakla ilgili bir şey olduğunu birbirimize hatırlatmak gerekiyor.
Bu yazıda dile getirdiğim sorunların tamamına çözüm bulmak olanaklı; yeter ki çözümleri devreye sokacak bir siyasal irade işbaşında olsun ya da sorun yaratan, çözümlerin önünü tıkayan siyasal irade işbaşından gitsin. (BŞ/HK)