Haberin İngilizcesi için tıklayın
“Kızanlara çok üzüldüm kızanlara... Geçen bizim kahveye geldiler, oğlan 1, kardeşi 1,5 yaşında, ablası var 3 yaşında… Islanmışlar hep. O sabah da soğuuuk… Kırağı düşmüştü. Bizim buralarda kuru soğuk olur kızım, perişanlardı. Kızanların ayaklarında patikleri yok, gittik evden getirdik. Kahveden şeker verdim, yediler yine istediler. Perişandı halleri kızım. Keşke yazın gelselerdi, yazın nehir neredeyse kurur burada. Geçer giderlerdi, bilemediler…”
Meriç Nehri kıyısındaki Saçlımüsellim köyünün kahvecisi, hem bize çay ısmarladı hem bunları anlattı.
Edirne’nin Meriç kıyısındaki tüm köylerinde durum aşağı yukarı aynı: Tarlaların ilerisinde, nehir kıyısındaki ağaçlık bölgeler çadır, tente dolu.
Bir haftadır Edirne soğuğunda, aç, susuz, tuvaletsiz konaklayan mültecilerin bazıları harekete geçmek için havanın kararmasını bekliyor, bazıları umudunu kaybetmiş geri dönmeye hazırlanıyor.
Tüm sınır boyunda aynı “oyun” oynanıyor
Doyran köylüleri de geçenlerin gece geçtiğini ama yakalananların sabah yine köye gönderildiğini anlattı.
Tüm sınır boyunda aynı “oyun” oynanıyor: Hayatlarını tehlikeye atıp Yunanistan tarafına geçen mültecilerden, polise veya askere yakalananlar dövülerek, Euro’su, Dolar’ı gasp edilerek, Türkiye’ye geri gönderiliyor.
“Üstlerinde bir donları kalmış, günahtır”
Meriç’in iki yakasının neredeyse birleştiği Doyran köyünün sakinleri de anlattılar:
“Hele bu sabah caminin oraya geldiler, adamları soymuşlar, para, eşya ne var ne yok almışlar, bir de dövüp yollamış Yunan. Üstlerinde bir donları kalmış, günahtır…”
Yunanistan tarafından Arapça anons yapıldığını da söylediler, “Buraya gelmeyin, bu tarafa geçmeyin” diye.
“Ohoo çok giden oldu, boşaldı buralar…”
Ama yine de herkes, mültecilerin akın akın karşıya geçebildiğini, büyük kısmının da yakalanmadan orada kaldığını söylüyor: “Ohoo kaç kişi gitti buradan, çok giden oldu, boşaldı buralar…”
Hakikaten de köyde bir hafta önceki kalabalık yok. İlk günlerde köylerinde adım atacak yer olmadığını söylüyorlardı: “Cumartesi günü sanırsın burası İstanbul’un otogarı…”
Göçün birinci haftası bittiğinde ise mülteciler yine tek tük kafileler halinde yollarda ama Meriç kıyısı büyük oranda boşalmış. Geride mavi brandalarını bırakanlar, köylülerin dediği gibi geceleri geçip gitmişti.
“Bunlar daha acemi, gündüz geçmeye çalışmışlar”
Köylülerle konuşurken, sınırın öte yakasından geri gönderilen Afganistanlı bir aileye rastladık. Ne yapacaklarını sorduk, “Bilmiyoruz” dediler. Kısa süre sonra da yoruldular, yol kenarına oturdular. Köylüler arkalarından: “Bunlar daha acemi, gündüz geçmeye çalışmışlar. Olmaz, gece gideceksin.”
Burada aç, susuz, tuvaletsiz beklemekten sıkıldığını söyleyen 19 yaşındaki tekstil işçisi, Afganistanlı Mita Abbasi ise “Artık yeter” dedi, çantasını toplamış İstanbul’a dönüyordu.
Tekstil atölyelerinde Almanya hayali
İkinci ve daha büyük grup, Pazarkule sınır kapısının yakınında, Tunca Nehri kıyısındaki alandaki derme çatma kampta.
Pakistan, Fas, Cezayir, Filistin, Somali. Ve tabii Suriye. Ama en çok Afganistan’dan gelenler var.
Türkiye’de ne yapıyordunuz, sorusunun cevabı ortak: Tekstilde çalışıyorduk. Kayseri, Bayburt veya İstanbul’dan da gelseler yolları tekstil atölyelerinde kesişmiş.
Şikâyetleri de ortak: “Günde 12 saat çalışıyoruz paramızı vermiyorlar ya da maaşlar çok az, yetmiyor. Sigorta zaten yok…”
Konuştuklarımızın çoğu en az bir kez sınırın karşı tarafına geçip geri gönderilmişti. Hepsi de yeniden deneyeceklerini söylüyor. Amaçladıkları son durak da aynı: Almanya.
“Hayatı yaşamak benim de hakkım değil mi?”
Peki, neden Türkiye’den gitmek istiyorsunuz?
“Ben buraya 12 yaşımda geldim, savaş başladığında daha küçücük çocuktum. Şimdi 19 yaşındayım. Geldiğimden beri tekstil atölyesinde çalışıyorum. Maaş da çok az, ‘Sen Suriyelisin’ deyip çalıştırıyorlar, sigorta da yapmıyorlar. Türkiye’yi çok seviyorum ama daha iyi bir gelecek için gitmek istiyorum. Daha çok gencim okula gitmek, hayatı yaşamak benim de hakkım değil mi?”
Suriyeli İbrahim Gaze, ağabeyiyle birlikte Zeytinburnu’nda yaşıyormuş. Sınırların açıldığının açıklanmasından sonra hemen Edirne’ye gelmişler. Yukarıdaki sözler ona ait.
İbrahim de sınırı geçip yakalananlardan: “Polis bizi coplarla dövdü, benim dizim yaralandı. Sonra da kıyafetlerimizi, eşyalarımızı, paramızı alıp buraya geri gönderdi. Biz zaten Yunanistan’da kalmak istemiyoruz ki, bıraksınlar Almanya’ya gidelim.”
“Ya Allah yağmur verme”
Ağabeyi de aslında gitmek istemiyor ama “Türkiye güzel de geçinmek yok burada” diyor: “Haydi bizde çocuk yok ama yine de yetmiyor. 1500 kira, elektrik, su faturaları, markete de verince elde bir şey kalmıyor. Aile kurmak imkânsız. Yoksa gitmek istemiyoruz, Türkiye’de rahatız, bir sorunumuz yok.”
Bir haftadır açık alanda neler yaşadıklarını da şöyle anlattı: “Hava buz gibi. Hava kararırken dua ediyorum, ya Allah yağmur verme diye. Dün çok yağmur yağdı, diyorlar ki burada yat! (Çamurlu yeri gösteriyor) burada nasıl yatayım?”
“Yine deneyeceğiz, mutlaka gideceğiz”
Sınırın iki yakasını tecrübe edenlerden biri de 31 yaşındaki Iraklı Elham Mecid. İki çocuğu ve eşiyle birlikte Yunanistan’a geçebilmişler ama hikâyenin sonu aynı bitmiş: “Her şeyimize el koydular, pasaport, ehliyet, para, kıyafet… Sınırdan geri gönderdiler. Hiçbir şey kalmadı, şu anda üstümde bana ait hiçbir kimlik yok. Ama yine deneyeceğiz, mutlaka gideceğiz…”
O da tekstil atölyesinde çalışıyormuş İstanbul’da, o da maaşın yetmemesinden, parasını zamanında alamamaktan, sigortasızlıktan şikâyetçi: “Yoksa İstanbul’u seviyordum, arkadaşlarımı çok seviyordum, komşularım çok ağladı arkamızdan biz giderken…”
Binlerce insan, aynı öykü: Önce savaştan sonra yoksulluktan kaçış. Bu uğurda göze aldıkları bedel ise çok büyük.
Biz kamptan ayrılırken her brandanın başında ateşler yakılmış, ortalığı yoğun bir is kokusu kaplamıştı.
“Bizim köyde kaçakçı olmaz, hepsi yan köyde”
Son durağımız “aksiyonun gerçekleştiği” tel örgülerin önü.
Üç Somalili genç Meriç’e atlamışlar karşıya geçmek için ama yakalanmışlar. Ayakları hala çıplaktı, üzerlerindeki battaniyeye sarılmış ısınmaya çalışıyorlardı.
Onlara sarılıp Avrupalı gazetecilere poz veren bir erkek vardı, yanlarına yaklaşırken “Bunları kaç kere geçirdim karşıya” diye övünüyordu.
Türkiye’den gazetecileri görünce laf değiştirdi, “Ben Edirneliyim, burada ne olduğuna bakmaya geldim” dedi. Ortalıkta insan kaçakçıları olup olmadığını sorduk, cevabı diğer köylülerle aynı: “Bizim köyde olmaz, yan köylerde var.”
Hava karardıkça Meriç’in kıyısındaki tel örgülere yürüyüş başlıyor. Tek tük geri dönenler de var, yemek almak için döndüklerini, tel örgülerin önünde bütün gece bekleyeceklerini söylüyorlar. Aralarında “Türkiyeli mülteciler” bile var.
İlk günlerdeki geçiş rotası Pazarkule tel örgüleriydi ancak karşısı Yunanistan polisi ve askeriyle örülü durumda. O sebeple de rota köylere kaymıştı. Anlaşılan o ki, bir haftanın sonunda güzergâh yine Pazarkule olmuş.
Mülteciler Almanya hayalinden vazgeçecek gibi görünmüyor, 1 yaşındaki bebeklerin ise hiçliğin ortasındaki tarlada yaşam koşullarına daha ne kadar dayanacağı meçhul. (AS)