SYRIZA’nın Yunanistan seçimlerini kazanması, Avrupa solunun yeniden canlanması için bir umut yarattı. Benzer umudu memleket sathına yaymak için Türkiyeli sol/sosyalist çevreler de çabalayacaktır eminim; en azından söylemsel olarak sosyal medyada “SYRIZA biziz” şeklindeki iddialar başladı bile.
Haziran 2015 seçimi öncesi güçlü bir sol alternatifin olmaması gerçeğiyle, bu tartışmanın gecikmiş olması hiç yapılmamasından iyidir tabii ki. Malum, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) son birkaç seçimdir sağa açılarak tabanını genişletme politikası beklenen etkiyi yaratamayınca, solun kendi güzergahını geliştirmesi gerekliliği bir kez daha ortaya çıktı. Tabii ki sol’dan ne anlaşılacağı, hangi değerlere dayanacağı yönünde, teorik/pratik açılardan verimli bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz.
Esasen Gezi Parkı direnişinin deneyimlerinden öğrenen bir güzergahın kendini güçlendirmesi için önemli alanlar bulunuyor. SYRIZA’nın başarısını da son 10-15 yılda toplumsal hareketlerin Avrupa’daki görünürlüğü ve eylemlerinde aramak gerekli. Önceleri meclise girse de iktidar hedefi kolay görünmeyen “küçük” bir partinin güçlenmesi ve kitlelerin umudu olması, tam da sokakla ve hareketlerle kurduğu bağ ile gerçekleşti.
Daha önce girdiği üç seçimde 300 bin civarı oylar alan SYRIZA, 2012 Yunanistan parlamento seçimlerinde Mayıs ayında 1 milyonun üzerinde oy aldı, Haziran’daki seçimlerde ise 1,6 milyon oy toplayarak yüzde 26’lık oranla 71 sandalye kazandı. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de 1,5 milyon oyla ülkenin 21 sandalyesinin altısını elde etti.
Dolayısıyla SYRIZA’nın bize verdiği ilk ders budur; merkez solun mesafeli durduğu eylemci kalabalıkların sesini duymak, onlarla temas kurmak ve dahası onlara öncü parti konumuyla yaklaşmak yerine birlikte yeni bir ortak alan kurabilmek. Böylece yeni bir hegemonyanın tesisi için, farklı kesimler arası bir ortak duyu üzerinden ilk adımı da atmış olmak… Türkiye’de söz konusu bir hareket-parti yakınlaşmasının kapsayıcı şekilde olup olmayacağı, gelişecek süreci yakından etkileyecektir.
Avrupa’da küreselleşme-karşıtı ve sonrasında karşı-küreselleşme hareketinin geliştiği 2000’lerin başından beri hareketlerin etkisi hissedilir derecede artmıştı. Yerleşik partilerin krizlere cevap üretememesi, parti içi liderlik ilişkilerin anti-demokratik yapısı, sivil toplum kuruluşlarının pazar mantığıyla birer piyasa oyuncusu olması sonucunda siyaset yapmanın yegane alanları olarak, açık alanlar ve hareketlerin tabandan örgütlediği eylemler kendini gösterdi. Sıradan insanın sesini duyurabildiği, hiyerarşik ilişkilerini aşılabildiği bu alanlar, yeni yüzyılda kamusal alanın, demokrasinin, seçimlerin ne anlama geldiğinin tartışıldığı siyasal konuşma pratiklerine dönüştüler.
Başlangıçta parti, sendika gibi yapıların dikey hiyerarşisinden eski yanlışların türeyeceği endişesiyle çekinen hareketlerin, artık örgütlü yapılarla temaslarını artırdığını söyleyebiliriz. Bu noktada SYRIZA ve Podemos, hareketlerin desteğiyle güçlenen –hatta Podemos doğrudan 15M ve Öfkeliler hareketinin bir sonucuydu- Avrupa siyasetinin değişen yüzünü gösteriyor. Bunlar aşırı sağın ve muhafazakar değerlerin simgelediği Avrupa şüpheciliğinin, ulus-devlet merkezli bir içe kapanmacı siyasetin yerine, yeni bir Avrupa tahayyülünün de temellerini atıyor.
Kıta çapında muhalif sesleri bir araya getirmeye yönelik girişimler, 2000’lerin ilk 10 yılında önce Sosyal Forumlar eliyle bir ivme yakalamıştı. Avrupa Sosyal Forumu (ASF), 1990’ların sonunda başlayan küreselleşme eleştirilerinin büyüttüğü hareketleri 2002’den itibaren yaklaşık 10 yıl boyunca bir arada tutarak, önemli bir kamusal alan tartışması yürütmüştü. 2010 sonrası dönemde de bu arayış, İşgal Et (Occupy) ve Öfkeliler (Indignados) hareketlerine dönüştü.
Hareketlerin ortak özelliği, tek bir sorun ya da konu üzerinde odaklanmak yerine farklı meselelerin, tabii ki başta ekonomik ve siyasal kriz olmak üzere, birbiriyle eklemlenebildiği alanlar olmasıydı. Dolayısıyla bunların son sözü söyleyen, tek bir gücün hakimiyeti yerine anarşist eğilimlerin olduğu bir yatay birliktelikler ağı olduğunu söylemek mümkün. Bu ifadelerin, eski solun tüylerini diken diken ettiğini biliyorum. Ancak bu yeni siyasetin başarıya doğru gittiğini, 21. yüzyılın dertlerini ancak bu şekilde ifade edilebildiğini kazanılan başarılardan görüyoruz.
2002-2012 döneminde ASF’nin yürüttüğü rolün yerini yeni yapıların almaya başladı. Son dönemlerde hareketler, Avrupa Eylem Günü ilan ettikleri günlerde birlikte eyleme geçme kapasitelerini canlı tutuyorlar. 2011’den bu yana May of Solidarity, Alter Summit, Blockupy, Agora99 gibi bu birliktelikler yayınladıkları bildirgelerle, hareketlerin Avrupa tahayyülünü ve olası anayasa taslağını da şekillendirdiği söylenebilir.
Yeni bir Türkiye tahayyülü ise yeniden Gezi direnişi dinamiklerini harekete geçirici bir taban oluşumuyla mümkün olabilir. Avrupa’nın 15 yılda yeni bir siyasete doğru yönelmesi, hem sağdan hem soldan eski partilerin eleştiriliyor olması ve solun da toplumsal hareketlerin alanını faşizan sağa bırakmamak için mücadele etmesi bu noktada bize yönelik çok sayıda işaret barındırıyor.
Türkiye solunu 15 yıl öncesinden beri küreselleşme-karşıtı hareketi küçümsemesi, gereken değeri vermemesi bu işaretlerin en belirgin olanı. 2010’da İstanbul’da gerçekleşen ASF’nin fecaatle sonuçlanması, belki ASF ruhunun İstanbul’da tüketilmesiyle birlikte, alternatif arayışlarının birbiriyle yakınlaştırılmasının önü yeniden kapandı.
Gezi direnişi, yeni neslin yeni mücadele azmini yükselmesi anlamında, yerleşik sol yapılar için de sürpriz olmuştu. Gezi direnişi sadece otoriter bir iktidara değil alternatif üretemeyen muhalefete de bir mesaj içeriyordu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu mesajın yok sayıldığını gördük.
Sokakla, gündelik hayatla, buradaki sorunlarla, aslında apaçık ortada olan ama borç batağında yaşamaya alıştığı yok sayılan ekonomik krizi görünür kılmakla işe başlayacak tabandan yürüyen bir harekete ihtiyacımız var.
Bu hareket, bizim adımıza değil, bizimle birlikte konuşan; herkesin sözünü söyleyebildiği bir yapıya dönüştükçe seçimlerde de başarı gelecektir. Tabii Küreselleşme-karşıtı hareketi görmezden gelen, Gezi’yi anlayamayan, belki öncesinde TEKEL ve HES direnişlerine de yeterli önemi vermeyen solun tabanla bağının nasıl güçleneceği merak konusu.
Bu doğrultuda yola çıkan Birleşik Haziran Hareketi’nin daha önceki Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) deneyiminin yanlışlarından ders almaya çalıştığını, bu sürecin içindeki kişilerin açıklamalarında görüyoruz; bu olumlu bir adım.
Özellikle 2007 seçimlerinde güçlü bir hareketle desteklenip meclise giren sol/sosyalist vekillerin yarattıkları hayal kırıklığı da unutulmaması gereken bir deneyim. Bugüne kadar sokakla teması en güçlü olan Kürt hareketinin de sadece bölgeyle ya da müzakere masasındaki muhataplarıyla değil herkesle konuşmaya çalışması da uzun vadede partinin geleceğini etkileyecektir.
Dolayısıyla, Türkiye’deki alternatiflerin “Kara Murat benim” misali “SYRIZA benim” diye ortaya çıkmaları ve yarışa girmelerinden önce yapıların bugüne kadar neler yaptıklarını analiz etmeleri gerekli. Burada bahsi geçen SYRIZA olma ihtimali olan yapıların hiçbirinin Gezi sürecinde ve sonrasında ana aktör olamamaları, tabanla bağlarının sorunlu olduğunu da ortaya koymaktadır.
Sözün özü, Avrupa’nın faşist ve muhafazakar yapılara bırakılmaması adına mücadele eden hareketlerin kurduğu yapılar, önce yerel siyasetlerini sonra da Avrupa siyasetini değiştirmeye başlamışken; Türkiye’nin daha da fazla otoriterleşmesini engellemek adına, hareketlerle bağını güçlendirecek, hareketleri kontrol edip onlara kendi gündemlerini dayatacak değil onlarla birlikte konuşacak siyasal örgütlenmelerin gelişmesi gerekiyor. (YY/HK)
* Yrd. Doç. Yavuz Yıldırım, Niğde Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi.