Berlin Duvarı yıkılalı çok oldu. “Tarihin sonu” türü analizlere paralel geliştirilen “Yeni Dünya Düzeni” konseptleri bir yana, bu yeni mecrada sözcüğün en geniş manasında demokrasi, hemen herkes açısından önem kazandı. Farklı yorumlara tabi tutulmakla beraber, demokrasinin ifade ettiği asgari normlar üzerinde, hiçbir dönemde olmadığı kadar bir “mutabakat” durumu ortaya çıktı.
Ancak demokrasi ve demokratik bir yeniden yapılanma hamlesi, arka planında köklü sorunlar ve önyargılar bulunduğu için, hiçbir ülkede düz bir hat izleyerek gerçekleşmedi. Tam da bu noktada, değişik siyasi ve ideolojik tandanslı, birbirine karşıt pozisyonlar almış güç ve çevrelerin demokrasinin asgari normları üzerinde toplumsal bir mutabakat tutumunu esas alması, aynı anlama gelmek üzere geçmişle yüzleşmeye cüret ve cesaret etmesi, demokratik mecrada kısa sürede çok ciddi mesafeler kaydetmelerinin de önünü açtı.
Demokratik yenilenme ve “yüzleşme”
Demokratik bir yenilenmenin,aynı zamanda bir “yüzleşme” pratiği gereksindiği çok açık. Hiçbir demokrasi yok ki, geçmişinde ciddi toplumsal alt-üst oluş süreçleri bulunmasın. Zaten anlam ve içeriği itibarıyla “demokrasi” olduğu kabul gören siyasi-toplumsal formasyonların her biri, bu alt-üst oluş süreçlerinden çıkardıkları ders ve sonuçlar oranında, kendilerini demokratik bir düzeye taşımasını bilmişler. Bunu rahatlıkla “geçmişle yüzleşme” olarak da anlayabilir, okuyabiliriz.
Demokratik bir yenilenme ve yeniden yapılanma iradesi göstermek, bir zihniyet dönüşümü sorunu da. Farklılıkları saygı ve hoşgörü temelinde benimseme; farklı etnik, siyasal, kültürel yapıları eşit, özgür, demokratik bir beraberliğin gereği ve güvencesi sayma; beraberinde düşünce, ifade ve örgütlenme hak ve özgürlükleri konusunda çağdaş normları benimseme ve daha da sıralanabilecek birbiriyle kopmaz bağlar içerisindeki birçok husus, dikkat edilirse, belli bir bakış açısı ve düşünce biçimine tekabül eder.
Zihniyet dönüşümü statükocu yaklaşımların büyük direnciyle karşılaşır. Varlıklarını verili çözümsüzlükler üzerinde inşa etmiş güçler, “geçmişle yüzleşme” ve bununla paralel bir yenilenmeye, açıktan demokrasi karşıtlığı yapmak şeklinde değilse bile farklı birçok ideolojik, siyasal argümanla dirençlerini gerekçelendirerek, karşı dururlar. Kaldı ki, bu gücü kendilerinde bulabildikleri durumlarda açıktan demokrasi karşıtı bir pozisyon alabildikleri örnekler de yok değil; Pakistan’daki son durumu hatırlayalım…
Güç ve iktidar sahiplerinin direnci, işin doğası gereği. Belli bir tarzda yönetmeye, siyaset yapmaya, düşünmeye ve yaşamaya göre şekillenmişler ve demokratik bir gelişim süreci içerisinde mevcut konumlarını riske atacak olasılıklara tahammül göstermezler. Milliyetçilik başta gelmek üzere, çeşitli kitlesel etki yaratacak ideolojik manipülasyon araçlarını kullanmak da, en iyi bildikleri yollardan biri. Sürekli bir “iç ve dış düşmanlarla kuşatılmış olma” gerilimi içerisinde, gerçek sorun ve çözüm yolları üzerinde yol almayı engellerler.
Toplumda bir tür “savaş” heyecan ve teyakkuzu yaratmak isterler. Bir “savaş” hali yoksa, bunu düşündürecek provakatif eylemlere girişmekten çekinmedikleri de, bir vakıa. Biliyoruz ki “savaş hali”, etki ve sonuçları itibarıyla güçlü bir duygusal, ajitatif ve psikolojik atmosfer yaratır; toplumda saflaşmaya yol açar ve başka sorun ve gündemlerin geri plana itilmesini adeta kaçınılmaz hale getirir. Verili konjonktür ve ülkemizin bir parçasını oluşturduğu bölgedeki gelişmeler ışığında bakıldığında, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) izlediği politikaların da bu tip statükocu güçlerin direncini artıran nesnel bir etki yarattığını belirtmek gerekir.
Bu nedenle demokrasi, kendi süreci içerisinde toplumsal olarak içselleştirilen uzun soluklu bir çabanın konusu olmakta. Demokrasiyi toplumsal bir istenç haline getirmek, statükocu güçlerin direncini kırmanın, onları da dönüştürmenin, zahmetli, ama en sağlıklı ve doğru yolu. Ve bunu da, saygı, hoşgörü, empati gibi demokrasinin temel kavramları etrafında, toplumsal vicdanda karşılığını bulması en fazla mümkün olan yollarla yapmak gereği var.
“Geçmişle yüzleşme”, tam da bu çabanın merkezinde görmek gereken bir ihtiyaç oluyor…
Dünya ve insanlık, özellikle 90’lı yıllardan itibaren, bir kendi gerçekleriyle “yüzleşme” sürecine girmiş durumda. Bu bir olgu ve Türkiye açısından da geçerli. Bu süreci uzatmak mümkün olsa bile, tersine çevirmek olanaksız.
Yüzleşme, hiç kuşkusuz, her ülkenin kendi özgün koşullarında anlam ve karşılığını bulan bir kavram. Dolayısıyla, deyim yerindeyse, “reçetesi” yazılabilecek bir şey değil.
Türkiye’nin “yüzleşme” sorunu
Türkiye’nin demokratikleşmesi, kendi gerçekleriyle paralel bir anlam ve nitelik taşıyor. Herkesin demokrasiden yana görünüp de kendi siyasi hesap ve kaygılarından ödün vermeden hareket etmesinin imkan ve alanı giderek daralıyor. Demokrasiden yana olmak, belli ki, Kürt sorununda demokratik çözümden yana olmak, devleti fetişleştiren ideolojik-ulusalcı bağnazlığı aşmaktan yana olmak, sivil-demokratik iradeye saygı göstermek, bunlarla bağlantılı olarak çete, kontrgerilla ve bunlardan kaynaklı “kirli” faaliyetleri tasfiye etmekten yana olmak demek.
Dikkat edilirse, demokratikleşme açısından aşılması gereken bu sorunların her biri, devlet ve toplum olarak birer “yüzleşme” konusu. Bir evveliyatı, bir “geçmişi” var.
“Yüzleşme”; kin, intikam, nefret değil, yüzleşmeyi gerekli kılan sorun veya konuyla ilgili bir zihniyet dönüşümünü ifade ediyor. Zaten yüzleşmenin sağlıklı ve işleyen bir demokrasinin gereği olması, tam da bununla bağlantılı.
“Yüzleşme”, örneğin Almanya’da Nazi dönemi ve Yahudi kıyımı, Güney Afrika’da Apartheid rejimi gibi öne çıkan olaylar üzerinden gerçekleşen bir süreç iken, Türkiye’de daha karmaşık bir anlam taşıyor. Açık ve dosdoğru söylemek gerekirse, Türkiye’de yüzleşme, bir bütün olarak cumhuriyet tarihi ile yüzleşmeyi gerekli kılıyor.
Gelinen nokta itibarıyla cumhuriyet, bir demokratikleşme virajında. Demokratikleşme bağlamında göz ardı edilemeyecek adımlar da atıldı. Ancak bunun, toplumsal olarak içselleştirilmesi ve “derinleştirilmesine” ihtiyaç var. Bu noktada sivil toplumun sorumluluğunu vurgulamakta fayda var. İsteyen, talep eden, iradesini demokratik imkan ve araçlarla ortaya koyan bir örgütlü ve duyarlı toplum olabildiğimiz oranda, yüzleşme süreçlerinin karmaşık yollarından daha rahat yürüyeceğimiz kesin.
Örneğin Kürt sorunu konusunda bir demokratik zihniyet dönüşümü ve yüzleşme gereği kaçınılmaz hale gelmiştir demek, abartı olmasa gerektir. Bunun koşulları da var. Kürt sorunu konusunda emekli paşaların “kart-kurt-Kürt” yaklaşımını eleştiren bir noktaya gelmeleri göz önüne getirilecek olursa, geldiğimiz aşamayı bir zihniyet dönüşümünün hareket noktası olarak ele almanın her zamankinden daha fazla mümkün ve olanaklı olduğu daha iyi görülecektir.
Kaldı ki Kürt sorununu tek başına bir “Kürt” sorunu olarak görmemek gerekiyor. Kürt sorunu, bir etnik sorun olmanın çok daha ötesinde kapsamlı başka sorunların da tetikleyici unsuru durumunda. Kürt sorununun, demokrasi ve insan hak ve özgürlükleri sorunuyla bağlantılı yönleri çok açık. Yanı sıra biliyoruz ki Kürt sorunu, çeteleşme, kontrgerilla, toplumsal suçlar, göç gibi başka siyasi ve sosyal açmazlar üreten de bir sorun. Irkçı-milliyetçi düşünce ve anlayışlar da kendilerini bu sorun üzerinden üretiyor, ifade ediyorlar. Demek oluyor ki, Kürt sorununda demokratik bir çözüm tercihi ve yüzleşme iradesinin sahibi olmak, beraberinde demokratikleşmenin birçok somut ve temel alanında da Türkiye’yi ileriye taşıyacaktır.
Bir başka örnek olarak darbeler, cuntalar... 21. yüzyılda, halen yer yer gerginleşen siyasal atmosferle paralel olarak “acaba ordu ne diyecek, ne yapacak, darbe olur mu?” tarzında konuşmamız, bu içerikte tahliller yapmamız, öngörü senaryoları yazmamız, utanç verici. Böyle bir olasılığın, bunca acı deneyimden sonra akla dahi gelmemesi gerekirken, son cumhurbaşkanı seçimi sürecinde 27 Nisan “e-muhtırası” başta olmak üzere bazı gelişmeler, hatırlayalım, ciddi ciddi “darbe olur mu olmaz mı” tarzı bir tartışma içerisine girmemize yol açmıştı.
Daha iyi bir gelecek için…
Goethe, “Geçmişi anlamayanlar, onu yeniden yaşamaya mahkum olurlar” der. Geçmişi anlamaktan, rahatlıkla bir “yüzleşme” veya aynı anlama gelmek üzere “muhasebe yapma” sonucunu çıkartabiliriz. Darbelerle, cuntalarla ve bu süreçlerin sonuçlarıyla Türkiye yüzleşebildiği ve bunun sonuçlarını toplumsal bir bilinç haline getirebildiği oranda, kriz ve gerginlik durumlarında dahi, klasik bir ifadeyle çareyi yine demokraside arayan bir ülke ve toplum haline gelebiliriz. Ama bunu yapamadığımız oranda da, demokrasi yolunda attığımız adımlar, hep bir yanıyla sorunlu olmayı sürdürecektir.
Bunun içindir ki yüzleşme; bugünümüze ve geleceğimize dair bir demokrasi iradesi ve tercihi.
“Zaman her şeyin ilacı" denir. Ama toplumsal anlamı ve kökleri bulunan konularda bu özdeyiş her zaman doğru değil. Birbirinden farklı anlam ve nitelikleri olmakla beraber, birer örnek olarak 1 Mayıs 1977 katliamını, 1978 Kahramanmaraş katliamını ele alalım. Artık en apolitik kişiler tarafından dahi biliniyor ki, bu katliamlar devlet bünyesinde yuvalanmış kontrgerilla çeteleriyle bağlantılı eylemler. Bu, devlet kayıtlarına da geçmiştir; yani belgelidir. (Bülent Ecevit öldükten sonra belgeleri arasında kamuoyuna yansıyan ve “Maraş katliamı Milli İstihbarat Teşkilatı'nın içindeki Milliyetçi Hareket Partisi kanadının, MHP ile birlikte gerçekleştirdiği bir provokasyondu” bilgisinin yer aldığı MİT raporunu hatırlayın.)
Bu olayları ele alırken ya “geçmişte kalmış meseleler, fazla eşelemeye gerek yok” diyeceğiz; ya da işin içyüzünü, hiçbir yönü karanlıkta kalmayacak şekilde açığa çıkarmayı tercih edeceğiz. Zor olabilir; ama tercihimizi unutmaktan değil, hatırlamaktan, yüzleşmekten yana yapmamız gerekiyor…
Çünkü bildiğimiz, anladığımız, yüzleştiğimiz ölçüde kendimiz olabiliriz. Aksi durumda hak etmediğimiz bir tanınmazlık durumu, muğlak bir çizgide bir “bozmaya” devam edecektir.
Çünkü yüzleşme, özünde ve gerçekte, bir kendi olmaya cesaret etme iradesi. Ülke ve toplum olarak ihtiyacımız olan şey yani…(CS/EÜ)
* Cafer Solgun, Yüzleşme Derneği Başkanı