Güneydoğu’da savaşın şiddetlendiği ve tehlikeli sayılan mahallelerin yasak kapsamına alındığı, yakılıp yıkıldığı günlerden geçiyorduk. Yıkılan ya da yakılan mekânlarda kapalı kalan yüzlerce masum insanın feryat ederek acı içinde can çekiştikleri sahneler yaşanıyordu. Şehirleri şehir yapan tarihi değeri yüksek camilerin, kiliselerin, hanların hamamların yerle bir edildiği, görenlerin vicdanını sızlatan manzaralara tanık olduğumuz günlerdi. Toplumun vicdanını temsil eden çeşitli üniversitelerden 1200 Akademisyen 11 Ocak 2016 günü Güneydoğu illerindeki “abluka”nın kaldırılmasını ve savaşın bir an önce son bulmasını talep eden “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bir bildiri yayınladı. Çok kısa sürede ilk imzacılara yurt dışından ve yurt içinden binlerce yeni imzacı katıldı. Aralarında Noam Chomsky, David Harwey, Etienne Balibar, Judith Butler, Immanuel Wallerstein gibi tanınmış yabancı akademisyenlerin de bulunduğu imzacıların sayısı 2500’e ulaştı. Ve çağrı ülke sınırlarını aşarak “uluslararası akademisyenler çağrısına”dönüştü.
Barış çağrısının dünya çapında yankı yapması, Türkiye’yi zora soktu. Cumhurbaşkanının bu gelişmelere tepkisi sert oldu. İmzacılara ağır hakaretler yağdırdı. Sayın Erdoğan’ın yakışıksız ve onur kırıcı sözleri kamuoyunda rahatsızlık yarattı. Nitekim Türkiye’nin saygın bilim insanı, uluslararası siyaset uzmanı Prof. Dr. Baskın Oran Cumhurbaşkanı’na karşı hakaret ve tazminat davası açtı. Adil ve hukuka saygılı bir yargılama yapılırsa Sayın Erdoğan’ın davayı kaybetmesi kaçınılmazdır.
Türkiye gibi demokrasi kültürü zayıf ve şoven milliyetçiliğin yaygın olduğu ülkelerde toplumsal tepkinin yönlendiricisi her zaman devlet olmuştur. Örneğin Sayın Erdoğan’ın partisel hesaplarla sonlandırdığı barış görüşmelerinin sorumluluğu, etkin bir kampanya ile başka hedeflere yönlendirildi. Oysa savaşa ya da barışa karar verme yetkisi devletin tekelindedir. Devlet isterse bugünkü kanlı savaşı anında bitirir. Ne var ki, devlete egemen güçler çıkarları gereği savaşı inatla sürdürürken, aynı zamanda gerçekdışı bir algı yaratarak sorumluluktan kurtulmayı da ihmal etmezler. İşte bu koşullarda halkın doğruları öğrenmesini sağlama görevi gerçek aydınlara ve vicdanlı bilim insanlarına düşer. Türkiye’de yazılı ve görsel medyanın devletçe denetlendiği ya da baskı altına alındığı hatırlanırsa halkın gerçekleri öğrenme hakkının tamamen ortadan kalktığı günlerden geçtiğimiz açıktır. Yurtsever akademisyenlerin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı çağrısı böyle bir ortamda ve sorumluluk bilinciyle açıklandı. Amaç, halkın gerçekleri öğrenmesini sağlamak ve algı operasyonunu boşa çıkarmaktı. Hiç kuşkusuz akademisyenlerin yayınladıkları “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı ortak metin tarihe geçecek onurlu bir çağrıdır.
Örtbas edilen ya da halktan gizlenen gerçeklerin açıklanması yalnız devlete egemen güçleri değil, onlarla çıkar ilişkileri içindeki yöneticileri de rahatsız etmekte. Bunlar efendilerine yaranmak için, gerçeği açıklayan sorumluluk sahibi meslektaşlarına her türlü fenalığı yapmakta tereddüt göstermezler. Çıkarları gereği başta akademik özgürlükler olmak üzere her türlü demokratik hak ve özgürlüğe karşı çıkarlar. Yöneticisi oldukları kurumları, örneğin üniversiteleri, kışla disipliniyle yönetmek isterler. Olağanüstü fırsatları gaddarca kullanmakta son derece mahirdirler. Her fırsatta emrinde oldukları üst otoriteye bağlılıklarını teyit etmeye özen gösterirler. Madunlarını ise tam aksine korkutarak itaate zorlamak ve kişiliksizleştirmek isterler.
Örneğin, Cumhurbaşkanı binlerce akademisyenin imzaladığı ortak barış bildirisini eleştirdikten hemen sonra ilk tepki Kocaeli Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Sadettin Hülagü’den geldi. Prof. Hülagü önce meslektaşları hakkında adli kovuşturma başlatılması ve tutuklanmaları için girişimde bulunuyor. Türkiye’nin hiçbir yerinde imzacı tek bir akademisyen gözaltına alınmamışken barış düşmanı rektörün girişimiyle Kocaeli Üniversitesinden 19 akademisyen birkaç saatliğine de olsa gözaltında tutuldu ve evlerinde arama yapıldı. Rektör Hülagü barış çağrısı yapan akademisyenleri üniversiteden attırıncaya kadar mücadele edeceğini gizlemiyor ve fırsat kolladığını açıklamaktan çekinmiyordu. Beklediği fırsat altı ay sonra ortaya çıktı. Fetöcü çetenin hezimete uğrayan darbe girişiminden hemen sonra OHAL ilan edilmesi ve artarda çıkarılan KHK’ler Rektör Hülagü’ye beklediği fırsatı yaratmıştı. Rektör Hülagü, Hükümetin Fetöcü çete mensuplarının kurumlardan temizlenmesi için verdiği talimattan yararlanarak kimi muhtemel Fetöcülerlebirlikte barış çağrısı yapan meslektaşlarının da görevden alınmaları için liste hazırladı. Bu girişim Türkiye’de bir ilkti. Düşmanca bir tasarruftu. Kimi özel üniversitelerde sözleşmeli olarak çalışan birkaç genç akademisyen dışında hiçbir imzacı akademisyen görevden alınmamıştı. Nitekim bugüne kadar 2000 imzacıdan, çoğu sözleşmeli, birer ikişer olmak üzere sadece 68 akademisyen görevden uzaklaştırıldı. (Kocaeli’den atılanlar dâhil). Oysa Rektör Hülagü hükümete sunduğu listede 19 akademisyenin toptan atılmasını istemiş ve bu arzusunu gerçekleştirmiştir.
Türkiye’de demokrasi ve barış düşmanı yöneticilere karşılık üniversite rektörleri arasında demokrasiden, temel insan haklarından ve akademik özgürlüklerden yana gerçek bilim insanları da vardır. Bunlar, her hal ve koşulda öğretim üyesi meslektaşlarının her türlü düşünceyi özgürce açıklamalarını savunmayı ve onlara destek olmayı görev bilmişlerdir. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Gülay Barbarosoğlu bu niteliklere sahip değerli bilim insanı bir yöneticidir. Meslektaşlarının düşüncelerini özgürce dile getirmelerine yardımcı olmakta ve görüşlerini açıklarken ortaya çıkacak engelleri bertaraf etmek için çaba göstermeyi de görev saymaktadır. Sayın Barbarosoğlu Rektör seçildiğinde “Akademik özerklik, bilimsel özgürlük ve bağımsız düşünce ilkelerini savunarak ve uygulayarak, meslektaşlarım, öğrencilerimiz, mezunlarımız ve idari kadromuz ile üniversitemizin bütün bileşenlerinin, bilim, düşünce, eğitimde mükemmeliyete ulaşma çabasına katkı sağlamaya çalışacağım”diyerek yöneticilik ilkelerini açıklamış ve her koşulda bu ilkelere bağlı kalmıştır. Nitekim akademisyenler bildirisini imzalayan üç genç meslektaşının tutuklanmaları karşısında ilkeli bir tavır sergilemesi büyük takdir topladı. Onları sahipsiz bırakmamış. Başsavcıdan bilgi almış ve tutuklamanın dayanaksız olduğunu öğrendikten sonra olayı dönemin başbakanına yansıtmış ve yapılan hukuksuzluğa karşı kamuoyu desteği sağlamıştır.
Akademik özgürlük demokrasinin ve toplumsal gelişmenin koşuludur.
Akademik özgürlük bilim üretme, düşünce açıklama, söz söyleme, toplum yararı için toplantı ve gösteri yapma vb. tüm demokratik hakları kapsayan geniş ve sınırsız bir özgürlüktür. Akademisyenlerin görevi sadece ilgi alanlarıyla sınırlı bilimsel çalışmalar yapmak ve ders vermek değil, toplumun aydınlanması ve demokratikleşmesine katkı yapma çabaları yanında halkın gerçekleri öğrenmesine öncülük etme görevleri de vardır. Gelişmekte olan toplumlarda akademik özgürlüğün öncelikli amacı halkı aydınlanmasını sağlamak ve halktan gizlenen gerçekleri açıklayarak yaygınlaştırmaktır. Gelişmiş ülkelerde ise akademik özgürlük demokratik yaşamın hem olmazsa olmazı, hem de güvencesidir.
ABD’nin Columbia Üniversitesi İdari Rektörü Jonathan R.Cole’un bir olay vesilesiyle yaptığı açıklama akademik özgürlüğü en iyi betimleyen anıtsal bir metindir. Başta üniversite öğretim üye ve yöneticileri olmak üzere her demokratın mutlaka okuması gereken öğretici ve aydınlatıcı bir açıklamadır.
ABD’deki Yahudi kuruluşları, gençlik yıllarında İsrail hükümetinin Filistin halkına yaptığı baskıları protesto eden Edward Said’in Columbia Üniversitesi öğretim üyeliğinden atılması için bir kampanya başlatmışlar. Uzun süre devam eden ve pek çok tartışmaya yol açan bu kampanyaya sonlandırmak amacıyla Columbia Üniversitesi İdari Rektörü Jonathan R. Cole akademik özgürlüğün anlamı ve önemi üzerine bir açıklama yapıyor. Akademisyenlerin en geniş anlamda düşünce özgürlüğüne sahip olmalarının yalnız eğitimde değil toplumsal gelişme açısından da büyük önem taşıdığını vurgulayan bu eğitici açıklama şöyledir:
Columbia Üniversitesi Rektörünün Akademik Özgürlük Üzerine Açıklaması
"Fakülte Yönetmeliği ve Fikir ÖzgürlüğüFakülte üyelerinin sahip olduğu haklar ve güvenceler üniversite yönetmeliğinin, Columbia'daki 'akademik özgürlüğün' ele alındığı 70. maddesinde ifade edilir. Şöyle ki: 'Akademik özgürlükten kasıt, bütün öğretim görevlilerinin, sınıflarında konularını tartışırken özgür olmalarıdır; bu özgürlük, araştırma ve bu araştırmaların sonuçlarını yayımlama özgürlüğünü de içerir. Öğretim görevlileri fikirlerini ifade etmelerinden veya özel ya da kamusal alanda kurdukları ilişkilerden dolayı üniversite tarafından cezalandırılmaz; ancak akademik konumlarından kaynaklı özel yükümlülükleri olduğunu da anımsamalıdırlar.' Ne olursa olsunBir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur. John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine adlı eşsiz makalesinde, bize hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin özgürlük kavramı açısından niye çok önemli olduğunu belagatle ortaya koyar; ki o fikirler bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit eder görünebilir: "Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya hakkınız olmaz..." Fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin gelebilir, 'doğruluk' mefhumumuza aykırı düşebilir, yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir, ama ne olursa olsun akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında olmaları gerekir. Gerçek tehditBu nedenle, Said'in etrafında süre giden son tartışma da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör Said'e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden işte tam da Said'in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir. Öğretim üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamaların, bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından uzun süreli olumsuz etkileri olabilir: Bu özellik, çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere karşı hoşgörü göstermektir. Columbia olarak biz, McCarthy döneminde bile, diğer kurumların yaptığı gibi, farklı siyasi görüşleri bulunan profesörlerimize kısıtlama uygulamak veya onları işten uzaklaştırmak doğrultusundaki baskılara ve telkinlere boyun eğmedik; bugün de ifade özgürlüğünü güvence altına alan tutumumuzdan geri adım atmayız. Said'e özel değilBunun nedeni, üniversitede profesör olduğu için Edward Said'in güvenceli bir konumu bulunması değil, hayır. Akademik özgürlükten yararlanmak söz konusu olduğunda profesörlere mahsus hiçbir özel uygulama yoktur. Burada herkes aynı güvenceye sahiptir, Said'den ne fazla ne az. Said bir profesördür, çünkü kendi akademik alanında bir devdir; kendi dalında apayrı bir alan açmıştır. Çalışmaları ve fikirleri üzerine kitaplar yayımlanmıştır ve başka üniversitelerde hakkında dersler verilmektedir. Öğrencileri ve arkadaşları dünyanın bütün önde gelen üniversitelerinde saygın görevlerde bulunmaktadır. Said, en önde gelen hümanistlerden ve entelektüellerden biridir. Said, bir Columbia Üniversitesi profesörüdür, bu bizim en yüksek akademik derecemizdir ve kendisi bu mevkie sadece bilimsel ve eğitsel katkıları nedeniyle gelmiştir. Onun politik görüşlerine atıfla, Columbia'daki sıfatının uygun olup olmadığını, çalışmalarının değerini sorgulamak, Said'i üniversitemizin önde gelen akademisyenlerinden biri olarak görmemize dair bakış açısını yitirmekten başka bir anlama gelmez. Bu son tartışma, hatta Said'in buradaki görevinden uzaklaştırılması yönünde tek tük öneriyle de birlikte, akademik çalışmanın kalbinde yatan gerçek değere duyduğum inancı daha da güçlendirdi. Eğer Said'in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı? Öğrenciler için de geçerliColumbia'da öğretim üyeleri ile öğrenciler için farklı farklı belirlenmiş davranış kuralları vardır. Ne var ki, ifade özgürlüğünü içeren akademik özgürlük söz konusu olduğunda, bir öğrenciye sunulanla Said'e sunulan güvenceler açısından bir fark yoktur. Nasıl Said meselesinde ifade ve eylem özgürlüğünü savunuyorsam, öğrencilerin haklarını da aynı şekilde savunurum. Ve Said hakkında üniversitenin uygulayacağı herhangi bir yaptırım olduğuna inanmadığımı da ifade etmek isterim. Öğrenciler ve öğretim görevlileri benim de pek doğru bulmayabileceğim şeyler yapabilirler, ancak üniversitenin otoritesini asla bir dizi fikri, o sıra yönetsel pozisyonları işgal edenlerin fikirlerine uymaya zorlamak yönünde kullanmam. Rektör: Jonathan R. Cole |
Akademik özgürlük olmadan demokrasi olmaz
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalar ve sunduğumuz örneklerden anlaşıldığı gibi akademik özgürlük demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Özellikle, gelişmekte olan ve demokratikleşmede geri kalmış toplumlarda halk yığınlarına öncülük edecek ve gerçekleri anlatacak tek kaynak üniversitelerdir.
Üniversite öğretim üyelerinin topluma karşı yükümlü oldukları tarihi görevi yerine getirmeleri için en geniş anlamda akademik özgürlüğe sahip olmaları gerekir. Üniversite öğretim üyelerinin, kendilerini tutuklanma, meslekten atılma vb. tehditler altında duyumsadıkları bir ortamda toplumu aydınlatma görevi bir yana bilimsel çalışma ve öğretim görevlerini de yapmaları mümkün olmaz. Öğretim üyelerinin düşünce üretme ve özgürce çalışma koşullarının hazırlanması öncelikle devletin görevidir. Rejimin elverişli olmadığı koşullarda ise sorumluluk üniversite yöneticilerine, Rektör ya da mütevelli heyetlerine düşer. Üniversite yöneticilerinin devlete egemen güçlerle bütünleşmesi ve öğretim üyelerini baskı altına almaları bilimsel çalışmaları frenleyeceği gibi toplumsal gelişmeyi de önler. Türkiye’de rejim giderek otoriterleşirken üniversitelerimizin düşünce üretmesi ve bilime katkı yapma kapasitesi de gerilemekte olduğu açıktır.
Unutmamak gerekir ki, demokratik gelişmenin duraksaması ve faşizmin ivme kazanmasında devlete egemen güçlerin otoriterleşme arzuları yanında, üniversite öğretim üyelerini baskı altına alarak düşünce üretmelerini engelleyen çıkar peşindeki rektörlerinin ya da mütevelli heyetlerinin de büyük günahı vardır.
Elbette tarih hükmünü verecek. Devlete egemen güçlerle bütünleşen ve akademik özgürlükleri yok sayarak barış isteyen meslektaşlarını üniversiteden uzaklaştıran Prof. Hülagü ve benzerlerinin yeri tarihin çöplüğü… Meslektaşlarının akademik özgürlüklerini en geniş anlamda kullanmalarına olanak sağlayan ve bu meyanda ortaya çıkacak engelleri cesaretle aşmaya gayret gösteren Prof. Jonathan R.Cole ve Prof. Barbarosoğlu gibi yöneticilerin yeri de tarihin şeref kürsüsüolacak. (TZE/EKN)