Türkiye’nin ulusal mevzuatında 13 seneden beri yürürlükte olan bir kanun var: Hayvanları Koruma Kanunu... Ama bu kanunun ne hayvanları ne de haklarını koruduğunu gördüm.
Biz hayvan hakları savunucuları, her yeni güne bir ya da birkaç felaket haberi ile uyanırız. İçinde ölümler, tarifsiz acılar ve dramları içeren türlü hak gasbının yaptırımla sonuçlanması için çabalarız ama devlet, 546 liralık idarî para cezasını kesmemek için âdeta kendisini zorlar, kendi çıkardığı mevzuatı yok sayar. Hazineye aktarılacak idarî para cezası neden ısrarla kesilmez?
Mevzuata göre yasak olmasına rağmen toplu zehirlemeler; ateşli silahla kasten öldürmeler; adına “bakımevi” denilen toplama kamplarından yükselen ölüm çığlıkları; insan eğlencesi, menfaati için esir edilen ve her gün tarifsiz acılara mahkûm edilen, farklı türlerden binlerce hayvanın çaresizliği, mezbahalar, süt ve yumurta çiftlikleri? Ve bizler... Biz kendimizi parçalasak da yaşam hakkı ve ifade özgürlüğüne gayet dokunulduğu ülkemizde ne parlamentoda, ne bürokraside, ne de muhalif çevrelerin gündeminde, her gün katledilen ve sömürülen binlerce hayvanın özgürce, şiddetten uzak bir şekilde yaşamasını yasa ile güvence altına almak bir yana, tüm bunlar tasa bile olamıyor. Neden?.. Hayvanlar seslerini duyuramadıkları için mi, bizimle aynı dili konuşmadıkları için mi? Yoksa onlar hissedemeyen birer canlı olarak mı görülüyorlar?
Eğer hayvanların “sessiz” olduklarını ya da duygusal bireyler olmadıklarını düşünüyorsanız mutlaka mezbahaları, barınakları, deney laboratuvarlarını ziyaret edin. Buraları ziyaret etmeyi deneyin, oralara gidip içeride olanlara tanık olmak istediğinizi dillendirin. Şimdiden söyleyeyim, tanık olmanıza dahi izin vermeyecekler. Ama içeri girmenize gerek yok, bir gününüzü bahsettiğim tesislerin girişinde geçirin, içeride olanları dışarıdan gözlemlemeye çalışın. İçeride olanlar her ne kadar devlet nezdinde yasal olsa da hayvanlara yaşatılanlar hiçbir şekilde meşru değil ve bunlara tanık olunmasından, insanların gerçekleri görmesinden dahi korkuyorlar.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı, 24. yasama döneminde TBMM Çevre Komisyonu’nda kabul edilerek Genel Kurul’a havale edilen ancak kadük (geçersiz) kalan yasa tasarısını tekrar Başbakanlığa sunduğunu açıkladı. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun değişikliğini öngören yasa tasarısı ve teklifleri nedeniyle tam beş senedir yüreğimiz ağzımızda, korku ve endişe ile bekliyoruz. Çünkü kötünün iyisini kabullenmemiz bekleniyor ama özellikle bazı milletvekilleri ve bürokratlar bir türlü şunu anlamak istemiyor: Kendilerini ifade edemeyen canlılar için kötünün iyisine, bu tavra ve yaklaşıma razı olamayız! Nasıl ki tecavüzün, cinayetin “insanî”sini biz yaşam savunucuları ile tartışamıyorlar ise hayvanları sürgüne, ölüme, tekrar gündeme gelen tasarı ile daha da meşru hâlde yürütülecek olan soykırıma göndermemiz bizden beklenmesin.
“Sözünden döneni kediler patilesin”
24. yasama dönemi, Türkiye siyasî tarihi açısından enteresan yıllardı. 24. dönem, 2015’te bitti.
İki sene öncesinden bahsediyorum ancak bana o kadar uzak bir yılmış gibi geliyor ki. Türkiye o yıllarda, tamamen cinnet toplumuna dönüşmemişti, daha cinnetin eşiğindeydi. Dört siyasî parti, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda 60 madde üzerinde anlaşmıştı. Mutabakat sağlanan maddelerin gerekçe notlarında “Bu madde savaş kışkırtıcılığı, militarizm ve ırkçılık gibi söylemlerin ve her türden ayrımcılığın önlenmesini ve barış kültürünün geliştirilmesini de içerir” gibi ifadeler yer alıyordu.
Savaş kışkırtıcılığı, militarizm eleştirisi, Türkiye için iddialı kavramlar değil mi?
O önemli notların tarihe düşüldüğü o dönemde, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda hayvanlar ve doğa için de uzlaşılmıştı:
“Devlet doğal hayatı ve hayvanları korur. Hayvanlara yönelik eziyet ve kötü muamele yapılmaması amacıyla gerekli tedbirleri alır.”
Aynı dönemde dört parti, Hayvanları Koruma Kanunu için de uzlaşmıştı. O dönem faal olan BDP’nin grup başkanvekili Hasip Kaplan “Sözünden döneni kediler patilesin” demişti.
Aradan sadece birkaç sene geçti, şimdi ise toplumsal şiddetin ve travmanın, cinnetin tavan yaptığı bir dönemdeyiz. Kanın, nefretin, şiddetin hâkim olduğu şu günlerde, bütün partilerin tek bir gündemi olmalı: Toplumsal şiddeti, kutuplaşmayı nasıl durdurabiliriz? Ama görüyoruz ki Türkiye’nin kaderini belirleyecek bu sorunsal, parlamentonun da Türkiye toplumunun da epey uzağında. “Yan baktın” diye her gün cinayetler işlenirken siyasîler parlamentoyu tatil edip toplumun sorunlarını erteledikçe erteliyor. 26. döneme baktığımızda, yasama çalışmalarının neye hizmet ettiğini analiz etmek oldukça zor çünkü bizim gibi son derece naif duygularla hareket edenlerin, kendisinin hakkını âdeta unutup başkasının, hayvanların, doğanın hakkı için mücadele verenlerin, ülkemizde olup bitenleri ne mantığı ne de izanı alıyor.
Toplumsal şiddetin en altında ezilen hayvanlar
Toplumsal şiddetin en altında ezilen ise hiç şüphesiz hayvanlar... Böyle bir politik atmosferde siyasîler bu tutumu takınıyorken her gün yeni cinnetlere koşan toplum ne yapıyor peki?
Siyasîleri yıllardan beri zaten çok iyi tanıyoruz, ben gerçekten toplumun tavrını merak ediyorum. Gündelik hayatta bir lokma yemek, çamursuz su bulmak için yaşam mücadelesi veren köpeğe tecavüz edilmesi ve buna karşılık olarak sınırları içinde yaşadığımız Türkiye’de, sadece 546 liralık idarî para cezası verilmesi karşısında toplumun, özellikle muhalif kesimlerin tavrı nedir, bir tavrı var mıdır ya da?
Öyle günlerden geçiyoruz ki bu soruyu içimden ya da bu yazıda olduğu gibi sessiz bir şekilde sormak zorunda hissediyorum kendimi. Sahi, tavrımız ne olacak? Bu şiddet sarmalının içinde her gün yeni cinnetler üretmeye, cezasızlık ortamına ve adaletsizliğe mahkûm olmaya devam mı edeceğiz? Yoksa ötekinin, berikinin hakkı üzerinden öncelik sıralaması yapmadan birbirimize kenetlenip mücadele mi edeceğiz? Böyle bir ortak mücadele hattı yaratacaksak, mücadele edeceksek hayvanları, devletin yaptığı gibi yasanın, hakkın hukukun dışına itmeyelim, olur mu? Çünkü ben ve benim gibi binlerce kişi, böyle bir mücadelenin içinde kendisini var edemiyor. Ne de olsa yaşam hakkı, her türlü siyasetin üstünde bir hak, kavram, değil mi?
Son olarak, bu ülkenin ilginç bir coğrafya olduğunu unutmamak lâzım. Soykırım zamanlarında, soykırımcılara, onların akıl almaz kötülüklerine rağmen, hayatta kalma savaşı verenlerle evlerini paylaşanları hatırlayalım; 80 bin İstanbullu sokak köpeğinin soykırımı ile sonuçlanan 1910 Hayırsızada Sürgünü öncesinde feryatları, karşı çıkışlarıyla binlerce sokak köpeğinin geri gelmesi için mücadele edenleri hatırlayalım.
Belki o zamanlar da azınlıktık, şimdi de azınlığız. Ama zaten önemli olan da vicdanlı, âdil olmak değil mi? O yüzden ısrarla çoğunluğun azınlığa hükmetmesine, azınlığı, bizleri, hayvanları ezmesine müsaade etmeyelim ki korktuğumuza, o çoğunluğa benzemeyelim.
Soykırım devam ediyor ve tekrar gündeme gelen yasa tasarısı ile daha da meşru hâle getirilmek isteniyor. Lütfen siz de karşı çıkın, büyük bir izolasyon duvarı ile bastırılan hayvanların seslerine kulaklarınızı tıkamayın, ortak yaşam kültürümüzün yasa eliyle yok edilmesine müsaade etmeyin. Yarın çok geç olmadan, hayvanlara yönelik soykırımı daha da arttıracak olan yasa tasarısı, sizlerin de tasası olsun.
Yasa ile gelen, hayvanların; bizlerin çaresizliği, ortak tasamız olsun... (BÖ/ÇT)