İstanbul'un tarihi silueti bozan gökdelenin tıraşlanmasını sağlayamamak aslında her şeyi anlatıyor. Siluetin bozulmasının yanlış olduğunu teslim edenlerin, bina sahibine sadece “küsmek”le yetinmesi, hukuki süreçlerin hiç işlememesi ve bürokratik mekanizma içinde erimesi, inşaat üzerinden sermaye oluşturma hattının aktörleri ile siyasal iktidarın nasıl bir güç ilişkisi içine girdiğini apaçık gösteriyor.
Başbakan Erdoğan 2013'ün Mart ayında yaptığı bir konuşmasında Zeytinburnu'ndan yükselen gökdelenleri görünce "kahrolduğunu", sahibinden tıraşlamasını rica ettiğini, bunu yapmadığı için de onunla konuşmadığını söylemişti.
Ancak bu ilişkinin gücünü anlamak, çerçevesini belirlemek, bu sermaye oluşturma alanını yani basitçe emlak üzerinden rantın ne anlama geldiğini görmek için biraz geriye gitmemiz, Türkiye’de sermaye gruplarının tarihsel olarak nasıl geliştiğine bakmamız gerekiyor.
Bu “bir” bakış açısıdır. Burada ileri sürülen argümanlar ilgilenenlerin katkısıyla daha da derinleşecek ve daha da isabetli hale gelecektir. O sebeple bunu “bir” öneri olarak okuyalım.
Kaçınılmaz olarak Osmanlı tarihi ile başlayacağız. Osmanlı vatandaşlığı çerçevesinde bir birlik fikrinin operasyonel olmadığının kabulü devlet yöneticilerini çözüm arayışlarına yöneltmiş, 20. yüzyılın ilk çeyreği bunu sağlayacak projelerin tartışıldığı ve uygulanmaya çalışıldığı zor seneler olarak tarihe geçmiştir. İttihat ve Terraki Partisi tarafından gündeme getirilen, korumacı iktisadi politikaların kurucu babası Georg Friedrich List’in iktisadi fikirlerini temel alan ve “Milli İktisat" olarak adlandırılan “Türk Müslüman” girişimci sınıf yaratma projesi, bu projeler arasında en uzun soluklu ve en önemlisi olmuştur. Cumhuriyet bu projeye sahip çıkmış, iktisat içi (1923 İktisat kongresi, İthal İkameci dönem vb.) ve dışı (1942 varlık vergisi, 6-7 eylül olayları vb.) mekanizmalarla desteklemeye devam etmiştir.
Bu çerçevede bölgesel olarak Anadolu’nun batısının, siyaset ve iktisatta, bölüşüm ilişkilerinde egemen olacağı mekanizmalar yaratılmıştır. Cumhuriyet ilk on yılında giderek bütünsel bir ideoloji ve programa doğru ilerlerken bu mekanizma üzerinden etkinlik ve kimlik kazanmıştır. Açıkça burada coğrafi bölge olarak Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölge iktisat dışı ve içi mekanizmalarla sömürülmüştür. Tarımsal artığın yönü batıya dönüktür. Marşal Planı çerçevesinde gelen yardım doğuya değil batıya yatırılmıştır. Fiyat makası, doğuda daha açık kalacak bir şekilde iktisat içi ve dışı mekanizmalarla baskı altında tutulmuştur. Bu artıktan faydalanacak olan sanayi daha çok batı kentlerine kurulmuştur. Sümerbank ve Tekel örneğinde olduğu gibi kent çeperindeki tarımsal faaliyetle bağlantılı olarak düşünülen sanayileşme politikalarına baktığımızda doğu dışarıda kalmış, neredeyse ürününe doğrudan el konulan bir bölge olarak ortaya çıkmıştır.
İşte bu proje, siyasal coğrafya açısından düşünüldüğünde aşağı yukarı şu manzara ortaya çıkmıştır. Batıda İstanbul merkezli Türk Müslüman burjuvazi, özelikle İthal İkamesi döneminde bu burjuvazinin yan sanayi ürünlerinin üretilmesi bağlamında kanalize ettiği Orta Anadolu (Bursa’dan Gaziantep’e kadar geniş, görece ücretlerin düşük, biyolojik paketin ucuz ve emeğin görece örgütsüz püriten muhafazakar kültürün olduğu bölge), ve ülkenin “dışlanmış” doğusu üçlü bir iktisadi, siyasal ve toplumsal coğrafik bir hat oluşturmuştur. Buradaki ayrım batı ve Orta Anadolu arasındaki iktisadi bağın, her birinin üçüncüsü ile olan ilişkisinden daha güçlü olmasıdır. Bu Kuzey-Güney İtalya örneğinde olduğu gibi temelde ikili diyebileceğimiz bir yapının ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak gelişmesine, ayrışmasına neden oldu. Bu yapısal ayrışma giderek Türkiye’nin gelişme stratejisini belirleyen bir karakteristiğe büründü: ulus-devlet içi kolonileştirme.
Bu yapısal ayrışmanın siyasi olarak en üst düzey etkileşime girdiği ve bu anlamda 1908 sürecinin “eksik” tarafının tamamlanmasını sağlayacak koşullar ancak 1980lerden sonra oluştu. Türk-müslüman burjuvazi devletin eteğinden düşmek istemese de uluslararası sermaye ile karşı karşıya kaldı. Bu süreci elinden geldiğince geciktirmek istedi. Bu noktada, yan sanayi yoluyla bizzat kendi gelişimini üzerine kurduğu ama kendisine önce müslüman demeyi tercih eden Müslüman-Türk girişimci sınıfları ve Kürt sermayesini ve bu sürecin örgütlü örgütsüz güçlerini karşısına aldı ve siyasetin baskılama yöntemlerini destekledi. Bu çerçevede gerek Kürt burjuvazisinin etkinlik alanını (1994 infazları) ve Kürt hareketinin “real” politika içine girmeyi önleyici (parti kapatmalar) gerekse Müslüman-Türk burjuvazisinin alanını (Refah Partisi’nin kapatılması ve benzeri girişimler) ve toplumsal muhalefeti 12 Eylül’ün yarattığı canavarı derinleştirerek 28 Şubat’la sonuçlanan süreçte kontrol altında tutmaya çalıştı.
İki oluşum bu kurgunun devamını engelledi. Kürtlerin politik mobilizasyonu açık bir biçimde bir burjuva karakter taşımasa da bölgede yerel burjuvazinin gelişmesine imkan sağladı, Türk-Müslüman burjuvazinin bütün aksi çabalarına rağmen. İki, tam bu noktada ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Kuzey Irak’ta oluşan iş potansiyeli ile İstanbul, Anadolu ve Kuzey Irak arasında uluslararası sermayenin de onay verdiği bir girişimciler hattı oluşturmanın zorunluluğu batının enerji krizine çözüm olarak ortaya çıktı. Bu hat üzerindeki her bölgesel girişimci aktör hattın bozulmasına taraf değildi. Bu hat aynı zamanda 1908’de başlayan sürecin eksikliğini gidermek için bir fırsat yarattı. Batı, Türkiye ve Kuzey Irak arasında kalan yukarıda bahsettiğimiz bölgeler tarihte ilk kez kapitalizmin düzenlemesi çerçevesinde iktisadi, siyasi ve toplumsal dönüşümlere sahne olma potansiyelini gösterdi. Kürt iş adamları hem Türkiye’de hem Kuzey Irak’ta bu hattın vazgeçilemez unsurlarına dönüştü ve gerçek bir Kürt girişimci grubu ilk kez bölge hakkında söz sahibi olmaya başladı. İşte bu dinamik sınıf, “Müslüman” Türk ve Türk “Müslüman” burjuvazinin ittifakına hem imkan verdi hem de ittifaka dahil oldu. Böylece Erbil’den Diyarbakır’a, Gaziantep’ten İstanbul’a oradan Londra ve New York’a “paranın” ve ona ivme kazandıracak enerji kaynakları kullanım haklarının dolaşıma kesintisiz girmesini garanti altına almak isteyen bir hat kurulmuş oldu. Bu esasen “batı” (ABD, AB vs) ve “doğu” (Rusya, Çin vs) kapitalizmini karşı karşıya getiren, uluslararası ilişkileri hareketlendiren en önemli hattır.
Bu durum, bölgede Sovyetler Birliğinin çöküşü ile ideolojik destekten yoksun kalan ve başından son zamanlara kadar bir Kürt burjuva devrimine açık bir şekilde destek olmayan, hatta “karşı” olduğunu söyleyebileceğimiz PKK’nın bu anlamda tarih dışı kalmasına sebep oldu. Deyim yerindeyse 1908’de eksik başlayan ve eksik gelişen sürecin tamamlanması yani siyasi coğrafi bir bütünün oluşması, kısaca “Anadolu Burjuva Devrimi”nin tamamlanmasını “engellemeye” yönelik bir tutum içinde faaliyetlerini son zamanlara kadar sürdürdü.
1908’le başlayan ve bugünlerde tamamlanma sürecine giren dönüşüm, 200 yıldır var olan Kürt sorunun yapısal çözümünün yolunu açtı. Çözümün ne olacağını gösterdi. Bu çözümde PKK'ya bu haliyle yer olmadığı belirlendi. Anadolu’nun girişimci sınıfları ile batı kapitalizmi merkezli uluslararası girişimci sınıfların ittifakı tarihsel dinamizmlerini politik bir güce çevirerek PKK'yı silahsız bir organizmaya dönüştürmenin ve “reel” siyasetin içine sokmanın yolunu aramaya itti. PKK sahneden çekilirken 1908 sürecinin ötesine geçecek demokratik siyasal bir sistemin yerleşmesi için gerekli dönüşümleri Türkiye’nin önüne koydu. Batı kapitalizmi anacak bunu hallederek enerji krizini aşabileceğini gördü. Gezi Parkı kalkışması bunu bir adım öteye taşıdı. Gösterilen bu yolun anayasal güvence altına alındığı gün 1908’de başlayan eksik süreç nihai sonuca ulaşmış ve bu girişimci sınıfların oluşturduğu ittifak ve dinamizm ve kendi aralarındaki konsolidasyon gerçekleştiğinde, bölgedeki tüm diğer ülkelere tutulması gereken “rasyonel” yolun ne olduğunu gösteren somut bir örneğe dönüşmüş olacak ve tam manasıyla bir “burjuva demokrasisi” doğmuş olacaktır.
Ama bunun önünde yapısal bir sorun var.
Müslüman Türk burjuvazi yani bugünkü siyasal iktidarın arkasındaki girişimci sınıflar, ithal ikameci dönemde İstanbul sermayesin eteklerinde büyümüş bu sermaye grubu, montaj sanayinin gerektirdiği yan ürünlerin üreticileri ve ilintili ticaret grupları artık sadece balata yaparak ya da ticaret sermayesi içinde kalarak zenginliğine zenginlik katamaz duruma geldi.
Son 30 yılda emeğin piyasa değerinin çok düşük olduğu, ücretleri aşağıda tutmanın türlü mekanizmalarının bulunduğu bir yerde olsanız bile, bu, kar oranlarını yüksek tutmak açısından zor bir iktisadi faaliyettir özelikle küresel ekonomik dinamikleri göz önünde bulundurduğumuzda.
Yapılabilecek ne kalıyor geriye? Kar oranların yüksek olduğu bazı alanlara kaymak. Uyuşturucu ticareti ile ilgilenemeyeceğinize göre geriye legal alanda iki sektör kalmıyor: Finans kapital ya da emlak rant.
İşte Müslüman Türk burjuvazisi bu sektörlerden ilkinde var olan “sıkışıklık” nedeniyle ikincisine yönelmiştir. Bu yöneliş bölgesel müteahhitlik hizmetlerindeki son dönem daralmalarla agresif bir eğilime dönüşmüştür. Arazi geliştirme sıkıntılarına ve kentsel dönüşüm meselelerine bu açıdan bakmak gerekir. İktidarın son 5 yılı bunu gösteriyor. Önceden “cinayet” olarak nitelen bir meselenin faili olma arzusu başka nasıl açıklanabilir? Ama burada önemli olan, bu durumun, yukarıda bahsettiğimiz hattın sorunsuz olmadığını, olamayacağını yani bir konsolidasyon ihtiyacının olduğunu bize göstermesidir. Bu hatta siyasal olarak kim hakim olacak, sermaye sahipleri arasındaki konsolidasyonu kim nasıl sağlayacak soruları ortadadır ve bahsettiğim yapısal sorunun özüne işaret etmektedir.
Bunu biraz daha açıkça ifade edelim. Kısaca burjuvazinin kendi içinde yukarı çıkışların zorluğu (upword mobility) bu gruplara emlak-rantı gidebileceği neredeyse tek bir yer olarak bırakmış, bu, özelleştirme kanalına giren devlet bankaları meselesinin gölgesinde gerçekleşmeye başladı. İşte nirengi noktası budur. Finans kapitalin içine girmek uzun sürebilecek bir süreçtir, çetrefilli bir yoldur. Özelleştirme yoluyla el değiştirme uzun süreler beklemeyi gerektirebilir. Örtük bir iktisadi rekabet açık bir savaşa dönüşebilir/dönüşmektedir. Siyasi iktidar bir taraftan kentleri yeni zenginleştirme alanlarına dönüştürürken öte taraftan finans kapitalin içine devlet bankalarını özelleştirerek girmeyi kolaylaştıracak siyasi ve iktisadi adımları atmak istemektedir. Bu ise ancak plebisit bir siyasal sitem içinde gerçekleşebilecek bir “mobility” öngörmektedir. Devlet ve toplum arasındaki ilişkiyi “yüksek modernite” üzerinden kurgulayarak, otoriter eğilimlerini olağanlaştırarak, bireysel özgürlüklerin evresel meşruluk zeminini kaydırmaya çalışarak ve bunu toplumsal ayrıştırma aracına dönüştürerek seçmen bloklaşması yaratmak ve bunu, bir siyasal sistemin “demokratik” özü olarak ifade edip “plebisit” beklentileri kurumsallaştırmak bu formülün olmazsa olmazlarıdır. İşte bu sebeple Taksimden ve cinayet olarak adlandırılmış projelerden vazgeçilemez.
Vazgeçmek, yeni bir siyasetin kazanımı olacaktır. Gezi kalkışması, bu çakışma (ne İzmir’deki ne de diğer kentlerdeki meseleler buna doğrudan dahil edilmelidir. Mekanla siyasetin, yerellikle hakların ve merkezle yerelin dinamiğini en iyi okuyabileceğimiz bir zamanı yaşıyoruz.), hükümetin rant bağlantılarıyla ilgili arzu kabarmasına karşı Türkiye için yepyeni bir siyasal içeriği gündeme oturtmuş bu çakışma, yukarıda bahsettiğim sermayedarlar arasındaki mobilite zorluğunu ve taşıdığı konsolidasyon sorunlarını açığa çıkarmıştır.
Unutmayalım emlak-rant hattı aynı zamanda belediyeciliğin temel prensibi olan kamu yararını paramparça eden, belediye başkanlarını hiçleştiren bir güce sahiptir. Onu hiçleştirecek olanı da sınırsız güçle donatmak eğilimdedir ve bunu yapacak J.J. Rouseaucu bir iktidar paylaşımı ve kullanımı bu ülkenin bilmediği bir şey değildir. Küreselleşmenin dinamikleri ile birleşen böyle bir rant sarmalı yüksek moderniteye özgü siyasal yapılanma olmadan mümkün olmaz. Hayatları biçimlemek gibi yüksek moderniteye özgü siyasal kültürün devamlılığını canlı kılacak mekanizmalar olmadan arazi geliştirmek, kentsel dönüşüme yönelmek, büyük modernist projeleri ortaya koymak mümkün olamaz.
Başka yerlerde de yaşandı rant krizleri diye sorgulayanları duyar gibiyim. İspanya’daki 2005 krizi burada da ortaya çıkmaz mıydı? O yönde gitmiyor muyduk?
İşte bu sorunun yanıtını, son 5-6 yılda iyice kristalleşen Türkiye’nin Ortadoğu politikasında aramak gerekir. Türkiye Irak’ın bıraktığı “Sünni” boşluğu doldurmaya soyunarak geleneksel Suudi Ortadoğu politikasının (1980’lerde Irak-İran açmazı örneğinde gördüğümüz üzre) finansal desteğini (Tüm Arap sermayesi bunu kapsamıyor) alarak oluşabilecek balonun şişmesini ötelemektedir. Bu sermaye iktisadi mekanizmalarla gelse de “siyasi sıcak” paradır. Emlak rant sermayesi bunun farkındadır ve arazi geliştirmenin yollarını ararken finans kapitalin içine girmek stratejisini belirgin hale getirmektedir. İşte bu sebeplerle siyasi iktidar silueti bozana sadece küsebilmektedir. İşte bu sebeple Taksimden, ama özelikle üçüncü köprüden ve benzeri projelerden geri adım atılamaz. Geri adım atmak emlak-rant gruplarının hareket alanını sınırlayacaktır. Tam da bu sebeple burjuvazinin kendi içinde başlamış rekabeti daha da sıkıştıracak sivil hareketlerin genişlemesinden korkulmaktadır. Özelikle üçüncü köprü ve havaalanı projesi bu emlak-rant sarmalının arazi geliştirme konusunda umut bağladığı, gelecek 10 yılı bu bağlamda garanti altına alan bir güce sahiptir. Gezi parkı ve Taksim ise korkulanın sembolik ifadesine dönüşmüş durumdadır. Bu nedenle kışla projesi iktidarın sembolik yansıması değil ta kendisidir.
Yukarıda bahsettiğim burjuvazinin gelişim tarihi, ilk kez bu kadar güçlü bir şekilde uluslararası sermaye ile eklemlenmiştir. Bu hattı yönetmek, aynı zamanda yerel ve bölgesel siyaseti yönetmek ve paranın dolaşımını belirlemek anlamına gelmektedir. Ne zaman Erbil’den İstanbul’a oradan Londra ve New York’a kurulmuş girişimciler ittifakı kendi arasında konsolidasyona gidip bir burjuvazi birliği oluşturursa ve bunu oluşturmak için siyasal liberalizmin minimum gerekliliklerine sahip çıkarsa, o zaman 1908 süreci tamamlanmış olacaktır. Bu, sermayenin kendi içinde yaşadığı savaştır ve milli iktisat uygulamasının siyasi coğrafik ayrıştırıcı özeliklerinin ortadan kalkması için kaçınılmazdır.
Gezi Parkı ortaya koyduğu taleplerle, Kürt hareketi geldiği nokta itibariyle bu konsolidasyonun neleri “kesinlikle” ihtiva etmesi ve etmemesi gerektiğini sermayedarlara, siyasi partilere, sivil toplum örgütlerine, örgütlü örgütsüz muhalefete, kısaca tüm Türkiye ve bölgeye ve ama bizzat AKP iktidarına anlatmaktadır. Gelecek yıllar demokratik bir siyasal kültürün mümkün olup olamayacağını gösterecektir.
[*] Bu yazı 10-13 Haziran 2013 tarihlerinde yazılmış ve bianet için kısaltılmıştır.