İktisatçı Mahfi Eğilmez’in NTV’den ayrılması üzerine Merkez Bankası Eski Başkanı (İYİ Parti’den milletvekili seçildi) Durmuş Yılmaz “Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı” yorumunu yaptı. Mahfi Eğilmez’de bunun üzerine “Bizdeki burjuvazi, az sayıdaki istisnası hariç, esnaf burjuvazisinden ibarettir. Onun için bu dediğinizi fark etmeleri de kolay değildir” diyerek Yılmaz’ı onaylayan bir cevap verdi.
Türkiye’de burjuva sınıfı, siyaset ve iktidar ilişkisi Türkiye tarihinin, ekonomisinin ve devletinin merkezi bir konusu olup bu mesele doğru anlaşılmadan, sistem tahlilini doğru yapmak mümkün değildir.
Sosyalist Blok’un çökmesiyle birlikte dünyada siyasal alanın konusu, sınıfsaldan kimliksel konulara kaydı. Bu durum kapitalist olsun olmasın, dünyadaki bütün rejimlerin, iktidarların işine geldi. Çünkü etnik, ulusal, dinsel kimlik alanı, ister istemez sınıfsal olanın üzerini örten, en azından öteleyen bir yapıya sahip. Elbette baskılanmış, yok sayılmış, ayrımcılığa uğramış kimliklerin özgürlüğünü talep etmek de demokrasi mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Adalet ve insan hakları yolundaki mücadele, günümüzün başat siyasi mücadelesi olmakla birlikte, sonuçta ezilenlerin egemene karşı verdiği sınıfsal mücadeleyi de içerir.
Türkiye’de Türk-Kürt, Sünni-Alevi gibi tarihsel arka plana sahip (azınlıklar siyasal zor ve göç yoluyla eritile eritile etkisizleştirildiği için neredeyse pratik siyasal bir sorun olmaktan çıkarıldı) olması nedeniyle, siyasal alan ister istemez kimlikler ve onun temel matrisi insan hakları sorunuyla sınırlandı. Kimlikler sorununun sınıfsal sorunu öncelemesi, tarihin bu aşamasında kendini dayatan bir gerçeklik olarak, özellikle bizim gibi ülkelerde demokrasi mücadelesinin esaslı bir parçası haline geldi. Türkiye’de ve dünyada bunun böyle olması, sınıflar arası ilişki ve çelişkileri ortadan kaldırmadı ya da ona çözüm getirmedi. Toplumda sınıflar konusunun üzeri kimlik sorunlarıyla örtülense de aslında sınıflar hususu toplumsal ilişkileri belirleyen devasa bir gerçeklik olup alttan alta akan bir nehirdir.
Bu konuda yazılmış birçok kitap ve binlerce makale olduğunu tahmin ediyorum. Özellikle 1970’li yılların sol dünyasında Türkiye’de kapitalizm, feodalizm, Asya Tipi Üretim Tarzı, komprador burjuvazi, emperyalizm, oligarşi, burjuvazi, işçi sınıfı, köylülük, kır, kent vb. sınıf ve sistem konuları çok tartışılırdı. Bunların epeyi bir kısmı, gerçekliği ideolojiye uydurma retoriklerinden öteye gitmese de içlerinde bugüne de kaynaklık edebilecek değerli görüşler vardı.
12 Eylül 1980 faşist darbesi birçok şeyi dümdüz edince ve buna bir de Sosyalist Blok’un çökmesi ve baskılanmış kimlik sorunlarının pıtrak gibi ortaya çıkması eklenince, toplumsal tahlillerde sınıflar hususu hep geri plana itildi. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de solun entelektüel sıkıntılarının ve genel gerileyişinin yeri ise doldurulamadı. Dünya sağı şu sıralar en fazla Samuel P. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması”, Francis Fukuyama’nın “Tarihi Sonu” gibi parlayıp sönen tezlerden başka ne üretebildi? Türkiye sağı ne üretti? 1990’ların o çok okuyan İslami kesime ne oldu? Kapitalizme ve sınıfsal adaletsizliğe karşı kim ne söyledi? Bırakın karşı bir şeyler söylemeyi, AKP iktidarıyla birlikte İslam’ın kapitalizmle örtüşmesini, hatta iç içe geçişini görünce bunların çok büyük bir kesimi sistemin gönüllü propagandacılığına soyundular, mücahitler müteahhit oldular ve mütedeyyin olan az bir kesimi ise, hayal kırıklığının suskunluğuna büründüler.
Türkiye burjuvazisi nasıl bir burjuvazi?
Mahfi Eğilmez “Bizdeki burjuvazi, az sayıdaki istisnası hariç, esnaf burjuvazisinden ibarettir.” diyor. Bu tespit Durmuş Yılmaz’ın “Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı” yorumuyla örtüşüyor.
Neden?
Burjuvazi kavramının şehirli olmaktan başlayan tarihsel serencamına girmeden şu kadarını söyleyelim: Burjuvazi, sermaye sahibi olmanın yanında kendine özgü bir dünya görüşü (ki, bunun adı liberalizmdir ve belli bir rasyonaliteyi içerir), kültürü ve yaşama biçimi olan bir sınıftır. Yani her parası, malı mülkü olan burjuva değildir. Örneğin Ali Ağaoğlu ya da bir zamanlar “Anadolu Kaplanları” diye şişirilen Anadolu iş sahipleri burjuva değildir!
Burjuvazi, feodalizmi alt eden ve kapitalizmi kuran bir sınıftır. Tam bir feodal sistem olmayan Osmanlı’nın mülkiyet sistemi ve buna bağlı olarak güçlü bir merkezi despotik imparatorluk olması kapitalizmin gelişmesini engelledi. Dolayısıyla Osmanlı’da hemen hemen ne bir burjuva sınıfı ne de işçi sınıfı olmadı! Elbette Levantenler, ayanlar ve ticari sermaye sahipleri vardı. Elbette imparatorluğa ait tersanelerde, tütün, tekstil, cam işkollarında işçiler vardı. Fakat bütün bunlar ne tam bir burjuva sınıf yapısına ne de işçi sınıfı yapısına denk düşmüyordu. Dönemin para ve gayrimenkul zenginleri olan bu gruplar ile mevcut işçi gücü (burada İştirakçi Hilmileri ve Paramazları anmadan geçemeyiz), dönemin iktidarı ve bürokrasisi karşısında bir güç oluşturamıyorlardı.
Osmanlı’nın çöküşü içinden çıkarak kurulan Cumhuriyet, tarihsel koşullar gereği bir sınıf devleti olarak değil, asker-sivil bürokrasi ve kısmen taşra mütegallibesi tarafından kuruldu. Devleti kuran bu iktidar, yapısı gereği toplumun tüm hayatını kontrol altına aldı. Eğer burjuvazi yaratılacaksa, kendine bağlı ve kendi eliyle yaratılmalıydı! Erken Cumhuriyet döneminde (1924) toplanan İzmir İktisat kongresi bunun başlangıcıydı. Aslında buna gerek de vardı ama yöntem yanlıştı; liberalizmin önü açılmadı, çünkü merkezi otorite, otoritesinden ve kontrol alanından bir şey kaybetmek istemiyordu.
Devlet, hazine arazileri, vakıflar, finans, krediler, ihaleler gibi kamu kaynaklarının sahibi olarak liberalizme de engel olduğundan, Cumhuriyetin burjuvazisi de devlet eliyle devletin imkanlarını kullanarak oluşmaya başladı. Bu durum özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası konjonktür gereği çok partili yaşama geçişten sonra hız kazandı. Türkiye’de zenginleşmenin temeli kamu kaynaklarını kullanma imkanından geçer. Bu imkana sahip olmak için de devlete ve onun yürütücü gücü iktidara biat edilir. Bu iktisadi gerçeklik Türkiye’de siyaseti tepetaklak eden bir sonuç doğurdu; siyaset toplumsal hayatı daha iyi hale getirmenin bir aracı, yarışı olmak yerine, kamu kaynaklarını talan etmenin bir aracı haline geldi! Kamu kaynaklarından beslenerek büyüyen burjuvazi, hep devlete bağlı ve onun izin verdiği ölçüde siyasal tutum aldı. Beslendiği yerin savunuculuğunu yaptı. Onun için Türkiye burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı.
Peki, bütün bu zenginleşmeyi bir burjuvazi sınıfı olarak saymak mümkün mü? Eğilmez’in dediği gibi bunların pek azı hariç, geri kalanına para ve gayrimenkul sahibi esnaf demek gerekir.
Şimdi çok önemli tarihsel bir saptama yapalım. Hani dedik ya, Cumhuriyet bir sınıf devleti olarak kurulmadı! Bugün bile bir burjuva iktidarından söz etmek mümkün değil. Fransa’da yönetemeyen burjuvazi, iktidarı 1799 yılında Bonaparte’a teslim etti ve yaklaşık 50 yıl Bonaparte ailesi iktidar oldu. Marks bu durumu “Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i” eserinde çok iyi izah eder. Burjuvazinin yerine iktidarı yürüten bu asker-bürokratik iktidar için siyasal literatüre Bonapartizm kavramı girdi.
Bu durum Türkiye’ye benziyor mu? Burjuva sınıfının niteliği anlamında değil ama iktidarın asıl sahibi anlamında evet, benziyor diyebiliriz. İktidar tarafından kredilerin, hazine arazilerin, ihalelerin tahsisinin yapıldığı, istenmeyen iş sahiplerinin vergi vb. yollarla sıkıştırıldığı, iktidarın tercihine göre sermayenin el değiştirebildiği Türkiye’de tam bir kapitalist toplum yapısından söz etmek mümkün değil. Ne bu devlet bir burjuva devleti, ne de burjuva diye adlandırılan sınıf bir burjuva sınıfı var. Bu rejim için bir tanım gerekiyorsa bunun adı bürokrasi-siyasetçi-iş dünyası ittifakından ve Türk-İslam sentezi sosundan oluşan çarpık bir kapitalizmdir diyebiliriz.
Eğer ekonomisiyle, hukukuyla, eğitimiyle, kültürüyle bir burjuva sistemi olsaydı, örneğin çocuk tecavüz ve katliamları, kadın cinayetleri bu denli yaygın ve sıradan olmazdı! Bu ülkede egemen siyaset, popülizmi bu kadar arsızca kullanılamaz (örneğin seçim öncesi emeklilere para veremezdi) ve gelenek, toplumun mengenesi haline getirilemezdi. Ülke, bilim, kültür ve sanat alanında bir çoraklaşma yaşamazdı. İktidar, medya sultası kurmak için kamu bankalarından milyar dolar kredileriler kullandıramazdı! Dünyanın en güzel topoğrafyasına ve tarihi kentine sahip olan İstanbul, doğası, kültürü ve tarihiyle betona gömülemezdi! Ve daha yüzlerce örnek verilebilir.
Ülkemiz 21 yy’de bile bir burjuva siyasal sistemine muhtaç halde! (HŞ/HK)