Türkiye toplumunda "bölünme", "parçalanma" gibi bir toplumsal paranoyanın temelleri tarihsel olarak çok gerilere gider. tarihçi Taner Akçam, bu gerçeği şöyle dile getirir:
"Osmanlı İmparatorluğu’nun sürekli bir parçalanma süreci içinde olması, çevresinin kendisinin mahvını isteyen güçlerce çevrilmiş olduğu inancını ortaya çıkarmıştır. Bu durum, Osmanlı-Türk insanında büyük bir korku psikozunun oluşmasına yol açmıştır. Etrafımız düşmanlarla çevrilmiştir, bizi yok etmek, ortadan kaldırmak istemektedirler. Bu tarihi gerçekler, Türk ulusal kimliğinin oluşturulması çerçevesinde öylesine örülmüşler ve öylesine anlamlandırılmışlardır ki bir nevi toplumsal paranoyaya dönüştürülmüşlerdir."
Yine Akçam’a göre, "Vatan elden gidiyor", ya da "Türk’ün Türk’ten başka dostu yok" gibi kavrayışlar bu bölünme ve parçalanma paranoyasının ve paniğinin sonucu. Gerçekten bugün baktığımızda da, bu tür bir endişenin Cumhuriyet tarihi boyunca kendini hissettirdiğini, ülkedeki iç çatışmalarda ve diğer ülkelerle olan ilişkilerde hep canlı kaldığını görüyoruz.
Bugün en temel paranoya, ülke içinde etnik gruplarla, özellikle Kürtlerle ilgili bir bölünme paranoyası içinde gelişiyor. Zaman içinde ikinci bir paranoyanın daha geliştiğini görüyoruz: Şeriat devleti olur muyuz, ya da "şeriat geliyor" paranoyası.
Paranoya gibi bir ruhsal durum içinde, psikolojik olarak yaşanılan en yoğun duyguların bencillik, gizli güdülere, gizli niyetlere kafayı takma, kendi önyargılarını ve tutumlarını haklı çıkaracak ipuçları bulmak için çevreyi dikkatle tarama, güvensizlik ve bilinçsiz suçluluk duyguları olduğunu biliyoruz, ya da en azından literatür bize bunu söylüyor.
Diyalogsuzluğun sonucu: Keskin bir kutupsallaşma
Bu duygulanımları bu iki temel toplumsal paranoya üzerinden düşündüğümüzde, hakikaten üzerinde durup sorgulamamız gereken durumlar ortaya çıkıyor. Bir kez, paranoya içinde gelişen katı bir bencillik durumu, "biz/siz" ya da "biz/onlar" ayrımını netleştiriyor, ve karşı tarafı ötekileştirerek, hoşgörülü, demokratik bir tartışma ve diyalog ortamı yerine keskin bir kutupsallık yaratıyor.
Gizli güdülere ve gizli niyetlere kafayı takınca, kendi önyargılarımızı ve tutumlarımızı haklı çıkaracak, "karşı taraf" diye düşündüklerimiz hakkında sürekli ipuçları arıyoruz ve kendimizi doğrulayacak konuşmaları/ifadeleri cımbızla çekip alıyoruz.
Paranoya içindeki güvensizlik duygusu ise, farklı düşünene güvensizlik kadar, ister istemez, yaşadığın bu ülkenin sanki en ufak bir sorunda yıkılacak, parçalanacak, rejimi değişecek gibi çok eğreti temeller üzerinde durduğu gibi bir düşüncenin/kendine güvensizliğin taşındığına da işaret ediyor.
O paranoyadan bu paranoya sıçrıyoruz
Paranoya durumunda ortaya çıkan bilinçsiz suçluluk duyguları ise, önemli bir gerçeği ortaya çıkarıyor: gerçekte, bilinçdışında, çatışmalı olunan tarafla ilgili bir suçluluk duygusunun hissedilmesi durumu. Bunu, geliştirilen iki temel paranoya üzerinden düşündüğümüzde, bu paranoyalarla, gerçekte Kürt halkına karşı ya da İslami oluşumlara karşı kendini suçlu hissediyorsun. Yani kendini suçlu hissettiğin "bir şeyler" var. (Ama farkında değilsin.)
Kısacası, uzun yıllar, bölüneceğiz (vatan elden gidiyor) paranoyasından, şeriat devleti olacağız (laiklik elden gidiyor) paranoyasına, şeriat devleti olacağız paranoyasından bölüneceğiz paranoyasına sıçrayıp duruyoruz, duruyoruz da, bu paranoyalarla ne kadar zaman kaybettiğimiz, daha doğrusu demokrasi adına neleri kaybettiğimizin, ne kadar geriye gittiğimizin (ya da olduğumuz yerde durduğumuzun) farkında mıyız?
Öncelikle bu korku, kaygı ve paranoyalar, baskı ve şiddet ortamı yaratarak demokrasiye ciddi bir darbe indiriyor. Korkularla, paranoyalarla baş edilemediği sürece, baskı, yasaklama, kin, düşmanlık, kamplaşma ve haset duyguları ön plana geçiyor. Kısacası paranoya anti-demokratik bir hastalık.
AKP'yi savunmak için insan hakları mücadelesine ara vermek
Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) açılan kapatma davasıyla birlikte, daha düne kadar Kürt haklarıyla ilgili geniş bir tartışma platformu oluşturma çabalarını, sınır ötesi harekatı eleştiren ve savaş değil barış istiyoruz, çözüm istiyoruz gibi demokratik talepleri, sosyal güvenlik yasa tasarısından, kadın haklarına kadar pek çok konuda hükümete getirilen eleştirileri birden rafa kaldırıyor/kaldırmak zorunda kalıyor, ve bugün, demokrasi adına AKP’yi desteklemek ya da en azından kapatılmasına karşı çıkarak, yanında yer alma gereği duyuyoruz. Yani önceliğimiz bu oluyor.
Sonraya atılanlar ise, bu ülkede demokrasi adına çok şeyler kaybettiğimizi, geriye gittiğimizi gösteriyor. Demokratik açılımlar konusunda tam da bir adım yol almaya başlamışken, tekrar başa dönüyoruz, bozuk plak gibi aynı şeyleri sil baştan yaşıyoruz.
Kısacası demokrasi adına vakit kaybediyoruz. Bu durumda en önemli şey galiba, ısrarla ve inatla demokrasi adına tartıştığımız her konuyu rafa kaldırmadan yine gündeme getirmek ve tartışmak, bu konuda çok uyanık ve bilinçli olmak.
Şu an tartışma bir (hatta Demokratik Toplum Partisi'ni [DTP] de düşündüğümüzde iki) partinin kapatılması üzerinden yapılıyor, ama işin özünde, insanların, "konuştuğu" için, fikirlerini açıkladığı için yasaklanması, engellenmesi durumu var. Düşünce ve ifade özgürlüğüne getirilmeye çalışılan bir kısıtlama, baskı durumu var. Bunu gözden kaçırmamak gerekiyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şu tarihte şunu konuştu, Cumhurbaşkanı şunu konuştu, DTP’li bir milletvekili şurada bunu konuştu üzerinden giden bir "dava" bu. İnsanların özgürce konuşup, fikirlerini ifade ettiği bir tartışma ortamı sağlanamadığı sürece demokraside yol kat etmemiz mümkün değil.
Paranoya insanlar konuştuğunda değil sustuğunda başlasın
Farklılıklara karşı, farklı düşüncelere karşı korku ve paranoyalarımızdan kurtulmamız gerekiyor. Tartışmaktan, farklı sesler duymaktan neden korkuyoruz, bunu sorgulamamız gerekiyor. Bırakın, "kamusal alanda türban" diyenleri de demokratik bir platformda dinleyelim, tartışalım, bırakın konfederasyon diyenleri de dinleyelim, tartışalım. (Yani, artık biraz "rahat" olalım.)
Bunu sağlamanın yolu da korku ve paranoyalardan kurtulmaktan geçiyor. Bir kez bunlardan kurtulduğumuzda, kaba ve hoşgörüsüz, baskıcı, yasaklayıcı bir dilden, daha hoşgörülü, saygılı, olgun, anlayışlı, serinkanlı bir diyalekte geçmek mümkün olacak. Zarafet ve estetizmin dildeki olanaklarını yakalamak mümkün olacak.
Korku ve kaygılarımız, insanlar, kurumlar ve partiler "konuştuğunda/fikirlerini beyan ettiğinde" değil, sustuğunda/susturulduğunda ve bunun yol açtığı bir düşmanlık, çatışma ve kamplaşma ortamında başlamalı… (DE/GG)
* Derya Erdem, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Doktora öğrencisi