Medyada çok geniş çaplı ilgi görmese de, Fransa'nın Avrupa işlerinden sorumlu Bakanı Pierre Lellouche'un Fransız haber dergisi L'Express'e Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili vermiş olduğu mülakat ve bu mülakatta vurguladığı cümle ("Türkiye Avrupa ile olmalı, ama Avrupa'da olmamalı"), önümüzdeki döneme ilişkin tartışmaların önemli bir değişkenini oluşturmaya aday...
Pierre Lellouche, Fransa'daki son Bakanlar Kurulu değişikliğiyle Avrupa işlerinden sorumlu bakan olarak tayin edildiğinde, Türk medyası bu gelişmeyi ayakta alkışlamış; Türkiye-AB ilişkileri açısından Fransız sağı siyasetçilerinden birinin Türk dostu olmasının altın tepside sunulan bir şans olduğuna dair yorumlar rağbet görmüştü. 2004 yılında Türkiye ile henüz müzakereler başlamadan önce, Lellouche'un Fransa Millet Meclisi önünde, "AB'nin kapılarının Türkiye'ye kapatılmaması gerektiği" yönündeki o meşhur konuşması anımsandı. Ancak, Lelouche'un son olarak L'Express Dergisi'ne verdiği bu mülakat sonrasında, bu sevinç nidaları yerini kuşkulu - sakınımlı bir bekleyişe ve "Türk dostunun ihaneti" şeklindeki yorumlara terk etti.
Öncelikle siyaset bilimi açısından bir gerçekliği anımsamakta yarar var. Ülkeler arası ilişkilerde kalıcı dostluklar ve/veya düşmanlıklar yoktur, karşılıklı çıkarlar vardır. Bu çıkarlar, an gelir çatışır, an gelir çakışır. Her aktör, çıkarları kendi avantajına dönüştürme ve çıkarlarının çakıştığı aktörlerle konjonktürel olarak buluşup, kendi projelerini hayata geçirme mücadelesini sürdürür; çıkarlarının çatıştığı aktörlerle de ilişkilerini yeniden ve çıkar temelinde şekillendirir. Bir diğer söyleyişle, genel itibariyle, mutlak dostluklar ve mutlak düşmanlıklardan ziyade göreceli dinamik ve konjonktürel ilişkiler zemini söz konusudur.
Mülakatta Türkiye'nin AB üyeliğine verdiği desteği geri çektiğini açıkça ilan eden Lellouche, kendisini bu retorik değişikliğine iten nedenleri sıralamakta. Aslında, getirdiği eleştiriler pek de haksız değil: Reformların ivmesinin kaybedildiğinden, "ürkek diplomasi" çabalarına rağmen Türk-Ermeni sınırının halen kapalı olmasına, Kıbrıs sorununda ilerlemelerin yetersizliğine ve Türk toplumunda laiklik/dindarlık ekseninde süregelen kutuplaşmalara dek haklı konulardaki eleştirilerini dile getirmiş. Ancak, bu eleştirilerin ardından gelen düşüncelerinde kendisine katıldığımı ne yazık ki söyleyemeyeceğim.
Öncelikle, Türkiye'nin AB'ye girişini belirleyen temel kriterlerden birinin "din faktörü" olduğu ve NATO zirvesi'nde Rasmussen'in genel sekreterliğe seçilmesi sürecinde Türk hükümetinin dini bir baskı ve yönlendirme aracı olarak kullandığı ve NATO bünyesinde İslam'ın sözcülüğünü yaptığı şeklindeki yorumlarda, eksik bir mantıksallık göze çarpmakta. Fransız bakan, açıkça "din farklılığı" argümanını içselleştirmiş ve Sarkozy'nin kabinesinde yer almanın "zımni" ideolojisini benimsemiş gözükmekte. Değerli diplomat Temel İskit'in de son derece isabetli tespitiyle (Taraf Gazetesi, 21.07.2009), "AB'de Türkiye karşıtlarının üyeliğimize karşı geçerli argüman bulmakta zorluk çekmelerinin sadece bir örneği. Nüfus diyorlar olmuyor, ekonomi diyorlar tutmuyor. Elde kalıyor din ve kültür farkı". Oysa, birkaç ay önce aynı kişi, Türkiye'nin ekonomik ve siyasi olarak Avrupalı olduğunu; İslam dünyası ile bağlarının ise Avrupa için faydalı olduğu" yorumunu yapmıştı.
Oysa, Fransa'nın eski başbakanlarından ve geniş vizyonu ve tutarlı retoriğiyle saygı uyandıran Michel Rocard, Fransız gazetesi Libération (2.06.2009) için çok güçlü bir makale kaleme almış ve bu argümana oldukça yerinde yanıtlar vermişti. Rocard, "Türkiye'yi dinine rağmen değil, tam da Müslüman olduğu ve AB genişlemesine istikrar kaynağı katmak, medeniyetler çatışması tezini çürütmek ve medeniyetler arası barışçıl bir diyalog inşa etmek için üyeliğe kabul etmeliyiz" demekte idi.
Lelouche ile mülakatın ilerleyen bölümlerinde ise, sesli olarak ifade edilmemiş olsa da, Türkiye'nin AB'nin siyasi, ekonomik ve stratejik çıkarları için vazgeçilmez önemde olduğu belirtildikten sonra (tercümesi: "Türkiye'nin jeostratejik konumunun AB Ortak Savunma ve Güvenlik Politikası'na katkısından vazgeçemeyiz"), müzakerelerin devam ettirilip, ikili ve uluslararası düzlemdeki ilişkilerin güçlendirilmesi (tercümesi: "Uluslararası düzlemdeki gücümüz açısından Türkiye'yi tamamen dışlayamayız") ; ancak "tam katılım"dan ziyade, "daha farklı bir şey"e doğru yönelimin doğru olacağı ifade edilmekte... Bu "şey" açıkça tanımlanmasa da, "imtiyazlı ortaklık" veya "Akdeniz Birliği" gibi seçenekler, ister istemez insanın zihninde ilk belirenler arasında. "Türkiye Avrupa ile olmalı, ama Avrupa'da olmamalı" derken de, bu proje konusunda bir ipucu aslında verilmekte.
Öte yandan, Brüksel merkezli düşünce kuruluşu Uluslararası Kriz Grubu (ICG) analistlerinden Hugh Pope'un The Independent'ta 21 Temmuz günü yayımlanan yazısında, Türkiye'nin modernleşme sürecinde AB'nin demokratik desteğine ve cazibesine gereksinim duyduğu; reformlardaki yavaşlamada ise üyelik hedefinin elinden alınmış olmasının etkisi olduğu tespiti yer buluyor. Bu süreci hızlandıracak girişimler, demek ki çift yönlü sürmek zorunda; tam üyelik alternatifi öneriler ve üyelik yolundaki "destek eli"nin geri çekilmesi gibi konjonktürel kararlar, süreci yine çift yönlü olarak hasara uğratma potansiyelini (örneğin, Türkiye'nin "AB treninden inmesi") barındırmakta. ICG'nin yine yakın bir zamanda yayımladığı bir başka raporda ise, imtiyazlı ortaklık tekliflerinin sonucunda (bir nevi bumerang etkisiyle) AB'nin inanılırlığının sarsıldığı ve etik değerlerinin şüphe uyandırdığına dikkat çekilip, benzeri önerilerin Birliğin uzun dönemli çıkarlarını tehlikeye soktuğu belirtiliyor.
"Kültürel çeşitlilik", "medeniyetler ittifakı", "farklılıkların diyalogu" gibi söylemlerin giderek siyaset arenasında yer edindiği ve bu söylemler için kurumsal düzlemde yapılanmaların çeşitlendiği bir konjonktürde, halen "din faktörü" veya "kültürel farklılık" gibi sığ argümanların peşinde vizyonsuz söylemleri izlemek, herhangi bir siyasetçinin siyasi kariyerine uzun vadede bir artı getirmeyeceği gibi, ilerleyen şartlarda Türkiye'nin AB üyeliği lehine gelişen durumlarda da siyasi bir inanılırlık sorununu gündeme getirecektir.(MT/EÜ)
* Menekşe Tokyay, İstanbul Kültür Üniversitesi / Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi.