Sürmekte olan postmodern karakterli yeniden paylaşım savaşının Ortadoğu cephesinde, ABD’nin Erdoğan rejimiyle daha yakın ilişki kurmaya dönük arayışları son dönem yeniden arttı. Bu tırmalayışta “Eğer Ortadoğu’da hayati çıkarımız varsa ve bölgede önemli bir rol oynamak istiyorsak, bunu ortaklarımızla yapmalıyız” diye başlayan değerlendirmelerin yanı sıra elbette Afrin’e dönük askeri operasyonun yakın vadedeki olası sonuçları da belirleyici önemde.
Dört başlık
Uluslararası medyada yer alan değerlendirmeler ve bazı yetkililer üzerinden yapılan açıklamalara bakıldığı zaman, bu arayışın temel taşları diye adlandırabileceğimiz bazı başlıklar karşımıza çıkıyor:
1- Kürtlerle yeniden bir barış sürecinin başlatılması, ABD’nin buna aracılık yapması, bu kapsamda PKK’nin askeri yöntemlerle tasfiye edilmesi, saldırılar için Erdoğan rejimine destek.
2- Yeniden düşman tanımlaması yapılarak, Esad yönetimi, İran ve Rusya’ya karşı Erdoğan rejimiyle birlikte harekete geçilmesi. Nitekim Suriye yönetimine dönük sarin gazı kullanıldığı suçlamalarının paralelinde yeniden saldırı ihtimali Amerikan yönetimince dile getirilmeye başlandı.
3- ABD yönetiminin YPG ile ilişkisini kesmesi, Rusya’nın Erdoğan için bir tehdit olduğunun anlatılması, buna karşılık Erdoğan rejiminin Rusya ile olan yakınlaşmayı sonlandırarak “demokrasiye dönmesi”, NATO’ya olan bağlılığını taahhüt etmesi de beklentiler arasında.
4- Erdoğan rejiminin “tampon bölge” gibi tasarılarının yukarıdaki başlıklar çerçevesinde tartışma konusu yapılması.
ABD siyasetine hakim olan bir kesimin planları ilk bakışta böyle özetlenebilir. Bu planın önünde birçok engel var. Bunlardan en önemlisi ABD’nin Erdoğan rejimiyle birlikte pozisyon alınması halinde Suriye’de en önemli dayanakları olan Kürtleri kaybedecekleri gerçeği. Dolayısıyla bugüne kadar bölgeye dönük yürütülen Pentagon merkezli siyasetin boşa düşeceği. Bu boşa düşme hali kaçınılmaz olarak Irak dahil bölgenin tamamında İran’a dönük yürütülen çevreleme siyasetini de anlamsızlaştıracaktır. Ayrıca dış siyasette etkin olan Pentagon’un bu yaklaşıma ne kadar uyum sağlayacağı da şüpheli. Burada gözüken ABD’nin her iki tarafı da idare etmeyi önüne koyan bir oyalama siyasetinin bir süre daha yürürlükte olacağı. Özellikle Rusya’nın da zorlamaları ve İran’ın açıktan tehditleri de hesaba katılınca bu sürecin ne kadar daha sündürülebileceği ise meçhul. ABD, Erdoğan rejimiyle uyum yakalamadığı takdirde ise “Türkiye, Erdoğan’dan büyüktür” söylemlerinin hızla devreye sokulması kaçınılmaz.
Nitekim Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’in 2 Şubat tarihli değerlendirmesine(1) bakacak olursak Erdoğan rejimine dair bir dizi yaptırımın ABD Kongresi’nin gündeminde olduğunu görülüyor. Trump ve çevresinin bu haliyle bile “yumurtaların üzerinde yürüme” diplomasisinin ne kadar başarılı olacağı şüpheliyken, yaptırımların devreye sokulması halinde, bu ABD-Erdoğan rejimi yakınlaşması arayışlarının sonu anlamına gelecektir.
Serenada ilgi
ABD’nin yakınlaşma politikaları karşılıksız değil. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yakın zamanda, Kanada’da yayımlanan Ottawa Life Magazine (2) adlı dergiye verdiği mülakatta, “Bazı çevrelerde Rusya ile ilişkilerimizle ilgili kaygı görüyoruz. Bu endişeler asılsızdır… ABD YPG’ye destek vermesin. Türkiye ve ABD uzun süredir müttefiklerdir ve ilişkilerimiz zaman açısından test edilmiştir…” minvalindeki sözleri buna örnektir.
Çok daha açık bir biçimde ise Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç bir TV söyleşisinde, ABD’nin IŞİD’e karşı savaşta YPG’ye desteğini eleştirerek, “Bir terör örgütüyle başka bir terör örgütünü kullanarak başarıyla mücadele edemezsiniz. ABD yönetiminin Suriye'de bir süredir yaptığı yanlış budur… ABD’nin belli bazı adımları atması gerekiyor. ABD, müttefik Türkiye'nin güvenlik ve istikrarına varoluşsal bir tehdit oluşturduğunu söylediği bu terör örgütüne desteği kesmelidir” diyor. Sonuçta Türkiye tarafı da yeniden yakınlaşmaya ilgisiz olmadığını ama bazı şartları olduğunu dile getiriyor. Bu minvalde aşağılanarak kapı dışarı edilen eski Başbakan Davutoğlu’nun geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın yanında yeniden sırıtarak boy göstermesi dikkate değerdir.
Rusya ne yapıyor?
Ne olacağını henüz bilmiyoruz ama dengeleri kendi lehine çevirebilmek için Rusya cenahının da boş durmadığını görülüyor. Putin yönetimine yakınlığıyla bilinen Aleksandr Dugin’in (bire bir Putin yönetiminin tutumu diye veri olarak alamasak da) NTV’ye yaptığı açıklamalara (3) bakacak olursak, Afrin’e yapılan saldırıyı Moskova yönetimi Esad-Erdoğan yakınlaşması için kullanmaya çalışıyor. Dolayısıyla Erdoğan rejimini NATO’dan koparma hiç olmazsa yıpratma hedefi açık. Nitekim bu doğrultuda eski Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Em. Korg. İsmail Hakkı Pekin'in yakın zamanda Şam'a giderek bazı görüşmeler yapacağını belirtiyor.
Konuşmasının devamında “Türkiye kendi güvenliğini korumak zorunda, Rusya bunu çok iyi anlıyor. Bu, Rusya Türkiye’yi destekliyor ve Kürtlere karşı birlikte hareket ediyor anlamına gelmiyor” derken ise Erdoğan rejimine çok da güven duymadığını ifade etmiş oluyor. Kendince Kürtlere de açık kapı bırakıyor. Rusya geçen hafta Erdoğan rejimine dönük ilişkinin ne kadar güvenilir olduğunu İdlib’e gönderilen askeri konvoy sırasında test etti. El Nusra vb. gruplarla çalışan Erdoğan rejimine sınırlarını gösterirken neredeyse iki hafta sonra Esad yönetiminden gelen Afrin’le ilgili “işgal” açıklaması elbette bir tesadüf olamaz. Bu aynı zamanda Suriye’nin adım adım işgal edilmesine gözlerini kapayan Esad’ın bir kuklaya dönüşmüşlüğünü göstermesi açısından da önemli. Ayrıca Rusya’nın Türkiye’ye dönük hesapları İdlib sahnesindeki gelişmelerin seyrine bağlı olarak pekala bir sükutu hayale dönüşebilir.
İran ise Irak üzerinden (geç de olsa) Türkiye’ye dur dedi. Irak Dışişleri Bakanı İbrahim Caferi Başika ve Afrin’i birlikte anarak saldırıyı kınadı. “Başika'da olduğu gibi, bir ülkenin başka bir ülkenin içişlerine karışmasını reddediyoruz” dedi
Bütün bu hesaplara rağmen, başlıca aktörlerinin ABD, Çin, Rusya ve Almanya (AB) olduğu hegemonya savaşı devam ettiği sürece Erdoğan yönetiminin arada oluşan boşluğu değerlendirmeyi sürdüreceği, bu zemini bölgesel emperyal bir güç olma doğrultusunda kullanmaya çalışacağı en yakın görünür olasılık. Ama rejimin sıkıntılı ittifak yapısının yanı sıra temsil ettiği ve temel dayanağı olan lümpen burjuva kesimlerin uzun vadeli denilebilecek bu tür bir yönelimi ne kadar taşıyabileceği fazlasıyla şüpheli. Bu yüzden rejimin zemini fazlasıyla kaygan. Özetle muktedirler her gece ertesi sabaha sağ çıkabilmek için dua etmek zorunda.
Emperyal güçlerin kendi dışlarındaki halklara, topraklara nesneler gözüyle baktığı, özne olmaya çalışanları ise ezmeye, yok etmeye köleliği kabullenmeye zorladığı bilinen bir gerçek. Böyle planlar yapmak elbette onların varoluşunun bir parçası. Halklarının gerçeği ve geleceği ise barışın hüküm sürdüğü, özgür, sınırsız, sömürüsüz bir hayat kurmak için direnmek, mücadele etmek! (AS/HK)