Eğitim çocuklar için başlı başına bir haktır (ÇHS 29 – 30). Aynı zamanda eğitim; gelişim, korunma ve katılım haklarının hem güvencesini oluşturur, hem de bu hakların uygulama alanlarından biridir. Bu nedenle eğitim konusu ele alınırken, birden fazla alanla ilişkilendirmek gerekir.
Çocuklar eğitime sahip oldukları yetenekleri geliştirmek ve toplumun yapısına uygun olarak hayatlarını sürdürebilmek üzere beceri edinmek için ihtiyaç duyuyorlar. Eğitim; ideolojik aygıt olarak sorgulanmayı hak ediyor olmakla birlikte halihazırda milyonlarca insan için insanca yaşama olanağı elde etmenin önemli bir aracı olmayı sürdürüyor.
Türkiye’de de 2014 yılı içerisinde eğitim hakkı ile ilgili konular çeşitli vesileler ile çocuk haklarını ilgilendiren önemli gündem maddeleri arasında yer aldı. Tartışma kılık kıyafet yönetmeliğindeki değişiklik ile başladı. Çocuğun din ve vicdan özgürlüğü, anne babanın yönlendirme hak ve sorumluluğu gibi konular bakımından çok önemli olan bu tartışmada bir yol alınamadan Eğitim Şur’ası ile birlikte eğitimin niteliği ve kapsamı ile ilgili konular gündeme geldi. Bu tartışmanın iki ana ekseni vardı: çocukların öğrenmek zorunda olacakları konular ve çocukların edinmeleri gereken beceriler. Bu süreçte pek tartışılmadı ama bu konularda kimin, nasıl karar verebileceği de üzerinde tartışılması gereken önemli konulardan biridir. Bu üç konu kendi başlarına da önemli ancak birbiri ile çok da ilişkili konulardır.
Çocukların öğrenmeye zorlanabilecekleri konular yıllardır tartışma konusudur. 2014 yılında özellikle de zorunlu din dersine Osmanlıca dersinin eklenmesi ile konu bir kez daha gündeme geldi. Bu konuların din ve vicdan özgürlüğü ve kültürel haklar çerçevesinde ele alınması ile Türkiye’nin kültürel haklar ve eğitim hakkını düzenleyen Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 17, 29 ve 30. maddelerine çekince koymuş olduğunu da hatırlatması kaçınılmazdır.
Çocukların bazı alanlarda eğitim almaya zorlanmalarına ilişkin olarak üzerinde durulması gereken ana konu, eğitimin çocukların ihtiyaçları ve hakları bağlamında değil de yetişkinlerin çocukları dilediği biçime sokma yetkisi bağlamında ele alınıyor olmasıdır. Çocuk için en doğru olanı herhangi bir inceleme ve araştırmaya dayalı olmadan kendi yargıları ile belirleme ve çocuğu kendi tercihine uygun hareket etmeye zorlama yetkisi olduğunu düşünen yetişkinler, hem çocukları haklarına aykırı bir biçimde eğitime zorlamak ile hem de onlara ihtiyaçlarına uygun eğitim olanağı sağlamamak suretiyle çocuk haklarını ihlal etmektedir.
Nitekim tartışmaların ikinci ekseni de tam bu konuya ilişkindir. Türkiye’de halen yürürlükte olan eğitim sisteminin, çocuklara ihtiyaç duydukları temel becerilerini kazandıramadığını hem ülkedeki sınavların hem de uluslararası değerlendirmelerin sonuçları ortaya koymaktadır. Örneğin; 15 yaşındaki öğrencilerin katıldığı PISA’ya göre, Türkiye okuma becerilerinde 65 ülke arasında 41., matematikte 44., fende 43. sırada yer alıyor.
Eğitimde başarılı kabul edilen örneklerde eğitim ortamları, programları ve eğitimcilerin özellikleri bakımından en önemli farkın, eğitimin çocuk odaklı ve çocuğa saygılı oluşundan kaynaklandığı görülmektedir.
Hal böyle olunca da üçüncü konunun önemi daha iyi anlaşılır. Çocukların nasıl bir eğitim alacaklarına kim tarafından, nasıl karar verilmelidir? Nasıl karar verileceği, kimin karar vereceğinden önce cevaplanması gereken bir sorudur. Öncelikle çocuğun ve onun içinde yaşadığı ve yaşayacağı insanlık aleminin özellikleri ve ihtiyaçlarını dikkate almayan bir eğitim modeli meşruiyet sorunu yaşar (ÇHS md. 29).
BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, eğitim hakkına ilişkin yetişkinleri sınırlandırıcı önemli düzenlemeler içermektedir. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme eğitimin amacının çocuğun aşağıdaki yeteneklerini geliştirmek olarak belirlemektedir:
* kişiliğini, yeteneklerini,
* insan haklarına ve temel özgürlüklere saygısını,
* ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısını,
* anlayış, barış, hoşgörü, eşitlik, tüm insanlar arasında dostluk ruhunu,
* özgür bir toplumda yaşantıyı sorumlulukla üstlenme becerisini,
* doğal çevreye saygısını.
Bunların birbirleri ile ayrılmaz biçimde ilişkili olduğunu görmek hem yetişkinlerin bu alanda çocuklara karşı sorumluluklarını kavramak hem de yetki kullanmaya kalktıkları alandaki sınırlılıklarını görmek bakımından önemlidir. Özellikle din ve vicdan özgürlüğü, kültürel kimliğin unsurları ile ilgili eğitim konularının bu çerçevede ele alınması gerekmektedir. ÇHS 14. maddesine göre, “Taraf Devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına ve ana – babanın ve gerekiyorsa yasal vasilerin; çocuğun yeteneklerinin gelişmesiyle bağdaşır biçimde haklarının kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve ödevlerine, saygı gösterir.” Burada genel çocuk koruma prensipleri ile uyumlu iki standart bulunduğuna dikkat etmek gerekir:
(a) Devlet anne babanın çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve yükümlülüklerine saygı göstermelidir.
(b) Anne baba yol gösterme konusundaki hak ve yükümlülüklerini çocuğun yeteneklerinin gelişmesi ile bağdaşır biçimde kullanmalıdır.
Devlet Okullarında Din ve İnançların Öğretilmesine İlişkin Toledo Kılavuz İlkeleri din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili eğitim materyalleri, eğiticiler ve eğitim ortamları konusunda prensipleri belirlerken hepsi için ortak bir standart ortaya koymaktadır; adil, saygılı, dengeli olma ve bilimsel esaslara göre hazırlanma. Toledo İlkelerinde yer alan “dinler ve inançlar; insan haklarına, temel özgürlüklere ve yurttaşlık değerlerine/sivil değerlere saygılı bir ortamda öğrenilmeli ve eğiticiler de bunu yapabilecek pedagojik formasyona sahip olmalı” ilkesi, ÇHS 29. maddede yer alan eğitimin amacı ile doğrudan ilgilidir ve bu bağlamda her çocuk için haktır.
Özetle, eğitimin çocukların ihtiyaçlarına göre yapılandırılması gerekir. Bunun için karar alıcıların düzenli olarak; çocukların ihtiyaçlarını, eğitimin bu ihtiyacı karşılama konusundaki yeterliliğini ve bütün çocukların kaliteli eğitime eşit erişim olanağını izlemeye dayalı bir bilgi toplaması ve bütün politikaların bunun üzerine geliştirilmesini sağlayacak bir sistem kurmak gerekir. Bu sistem karar alıcıların kimler olması gerektiğini de gösterir; toplumun bütün kesimlerinin temsil edildiği bir karar alma mekanizması olmalıdır.
Türkiye’de eğitim çocukların ihtiyaçlarını karşılamadığı gibi eğitim faaliyetleri de çocukların haklarını ihlal edici biçimde yürütülmektedir. Birçok sorundan önce tespit edilmesi gereken aykırılık; eğitimdeki eşitsizliktir.
Eğitimdeki eşitsizlikler, eğitimin bütün çocukların eğitim ihtiyaçlarını karşılamaya uygun biçimde yapılandırılmamış olması, eğitim kurumlarının çocuk koruma sisteminin diğer kurumları ile ilişkili biçimde çalışmaması çocukların eğitim sisteminden kopmasına veya önlenebilecek risklerden zarar görmesine neden olmaktadır.
Güvenlik birimlerine gelen ve getirilen çocuklarla ilgili istatistikler; 2007 yılında 28.186 çocuğun, 2013 yılında ise 115.439 çocuğun suç işlediği iddiası ile güvenlik birimine getirildiğini göstermektedir. Adli sicil istatistiklerine göre, aynı yıllarda hakkında dava açılan çocuk sayıları 111.278 ve 182.308’dir. Bu sayılar her yıl daha fazla sayıda çocuğun suç işlediği iddiası ile adli makamların karşısına çıkarıldığını göstermektedir.
Benzer bir biçimde çocukların mağduru oldukları olaylara da bakabiliriz. 2003 yılında 3.956 davada çocuklara yönelik cinsel istismardan mahkumiyet kararı verilmiş, 2013 yılında ise bu sayı 13.925 olmuş.
Elbette bu sayılar, çocukların adli makamlar karşısına çıkmalarından sonra yapılanlar bakımından da önemlidir. Ancak çocuğun korunma hakkı bakımından öncesini araştırmak ve önleyici tedbirler almak zorunludur. Bizim elimizde sistemi geliştirmemiz için yol gösterecek araştırmalar yok denecek kadar azdır, çünkü bu bakış açısı ile veri toplanmamaktadır. Bu da eğitim de olduğu gibi çocuğun korunmasını ilgilendiren bütün alanlarda kararların kanaatlere dayalı olarak alınmasına neden olmakta ve çocuklar sistematik bir risk ile karşı karşıya kalmaktadır.
Bunun son örneği çocuğun cinsel istismarını düzenleyen TCK 103. maddesinde 18.06.2014 tarihinde yapılan değişikliktir. Çocuğun cinsel istismarında cezayı ağırlaştırıcı sebep sayılan ruh sağlığının bozulması kriteri kaldırılmıştır. Bunun sonucu hakimler, 765 sayılı Ceza Kanunu zamanında olduğu gibi, artık psikolojik değerlendirmenin kanıt olmaktan çıktığını ve ancak fiziksel bulguların mahkumiyete esas teşkil edebileceğini ileri sürmektedirler. Uygulamaların etkilerini izleyen bir sisteme sahip olmadığımız için bu düzenlemenin çocuğun yararını koruma konusunda yaratacağı etkiyi kanıta dayalı biçimde izleme ve değerlendirme olanağımız ne yazık ki olmayacak.
Özetle demeye çalışmaktayız ki; çocukların korunma ve eğitim alanında önemli ihtiyaçları bulunmaktadır. Türkiye bu ihtiyaçları bütün çocukları kapsayacak biçimde karşılayamamakta, bu eşitsizliğin bizatihi kendisi başlı başına bir çocuk hakkı ihlali oluşturmaktadır. O nedenle, çocukları “herhangi bir şeyci” yetiştirme konusuna fikirsel ve fiziksel kaynak ayırmaya son verip, bu eşitsizliği gidermek ve çocuk haklarının tamamını hayata geçirmeye yönelik olarak çaba göstermek için güçlerimizi birleştirmemiz gerekmektedir. (SA/BA/YY)
* Seda Akço – Bürge Akbulut, Hümanist Büro
* Bu yazı Güncel Hukuk dergisinin Ocak 2015 sayısında yayınlanmıştır.