“Anne Zarok TV kapanmış! Rodan bu haberi kaldıramaz. O daha çok küçük. 5 yaşına gelince söyleriz. Şimdilik televizyon bozuldu diyelim. ”
“Bence hepimiz resimler yapıp Zarok TV’yi kapatanlara gönderelim. Belki bize acıyıp televizyonu açarlar tekrar.”
“Yok. Bence kötülük yapanların kalbini değiştirelim. Maymun kalbi takalım. Maymunların kalbi iyidir ve insanlara daha yakın. Belki değiştirirsek artık iyi adam olurlar. Zaten ben büyüyünce doktor olacağım. Kötülere karşı bu planımı gerçekleştirebilirim o zaman”
“Baba, Zarok TV’yi niye kapatmışlar ki? O barış istemiyordu sadece Kurmanci çizgi film veriyorlardı. Ama zaten öğretmenim yok, okula da gidemiyorum. E Zarok TV’de kapandı. Napacam ben şimdi?”
Ardından çılgınlar gibi kelebekler, balıklar ve canavarlardan oluşan resimler yapmaya başladılar. Diyarbakır’daki Zarok TV müdavimi çocuklar bugünlerde ellerinden oyuncağı alınmış gibi. Hepsi mutsuz, huysuzlaşmaya da başladılar. Şirin Babayı, Sünger Bob’u özlüyorlar. Çocuklar buna üzülürken aileleri de ‘saat 5 sendromu’ yaşamakta. Artık cep telefonlarının alarmını kurmaya gerek duyulmuyor. Çünkü herkesin biyolojik saati 5’e kurulmuş vaziyette.
“Saat 5’te uyanıp, 6’da tekrar uyuyorum. En ufak bir tıkırtıyı kapı sesi olarak algılıyorum. Eskiden hırsızdan korkardım şimdiyse polisten... Gitgide paranoyak oldum sanırım”.
“Pijama yerine eşofmanla uyuyorum artık. Giyinmeye izin verilmiyormuş. Geçenlerde bir arkadaşın şort varmış üzerinde, öylece alıp gitmişler.”
“Yok, geçen alınan bir arkadaşın giyinmesine izin verilmiş. Deprem çantası gibi nezaret çantası hazırladım. Artık hava soğudu. Kalın hırka da koydum kenara, diş fırçası da.”
“Annesini götürdüklerinde Mori uyuyordu. Kafama namlu dayadıklarını görmemesi iyi oldu. Uyandığında polislerin darmadağın ettikleri kitapların arasından günlerdir aradığı Frida öykülerini anlatan çocuk kitabını bulunca çok mutlu olup, her şeyi unuttu. Tek kaşlı haliyle Frida’ya benzediği için sanırım o da büyüyünce ressam olacak gibi. Belki bu yaşadıklarımızın resmini yapar kim bilir.”
“Babası Roza’yı emniyetteki boş odada masanın üzerine bırakıp çıkıyordu emzirmem için. Stressiz bir ortamda emzirmem gerektiğinden sütüm gelmiyordu. Roza’da benim kokumu alınca uyuyuveriyordu. Ana sütünü bile çocuklarımıza haram ettiler.”
“Gözaltındayken Zeyra’nın polislerin bacağına sarılıp ‘annemi götürmeyin’ diye ağlaması çıkmadı aklımdan. Kendimi unutup, onu düşündüm hep…”
“Gözaltında olduğumu Solin’e söylememişler. ‘Annem ölmüş ama siz benden saklıyorsunuz’ dediğini öğrendiğimde deliye döndüm.”
“Adar’la olan tüm gerilimimiz 7 Haziran’dan sonra başladı. Sinirli bir çocuk olup çıktı. Aslında farkettik ki kötü ve gergin olan biziz, haliyle bu durum çocuğa olumsuz yönde yansıyor.”
“Çok direndim ama artık çocuğumun bu ülkede büyümesini istemiyorum. Bir yolunu bulursak gideceğiz buralardan.”
Her gün giderek en yakınımızdakiler alınıyor birer birer. Güne başlarken rutinleşip sıradanlaşmış yeni bir haber: “Açığa alınan öğretmen X kişi sabah saatlerinde evine yapılan baskın sonucunda gözaltına alındı. Gözaltındaki X’in OHAL nedeniyle beş gün avukatıyla görüşmesine izin verilmeyeceği belirtildi.”
Artık hiç şaşırmıyoruz. “İyi de onu niye almışlar ki? Sendikalı olmaktan başka bir şeyi yoktu ki”. “E diğerinin nesi vardı ki?”
Kimsenin herhangi bir suçu olmasına gerek yok. Kürt olmak başlı başına bir suç artık. Kürt öğretmen olmak suç. Halkın iradesiyle demokrasi gereği yapılan seçimle kazanılan Belediyenin çalışanı olduğun için bile suçlusun. Öyle ki, göreve başlayacak olan öğretmenlere yapılan mülakattaki absürt sorular arasında belediye etkinliklerine katılıp katılmadığının yer alması da ayrı bir trajedi.
Marjen Matrapi’nin kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak yazıp yönettiği Persepolis adlı filmi hatırlatıyor son dönem yaşananlar. Bir çocuğun gözünden İran İslam devriminden sonra değişen hayatların anlatıldığı filmde radikal İslamcıların iktidarı ele geçirmesiyle muhaliflerin susturulması, insanların yaşam alanlarına getirilen yasaklar, özellikle kadınların daha fazla bu dezavantajdan nasibini alması ve hapsedilmesi anlatılıyor.
Günümüz Türkiye’sinde her şey ne kadar da tanıdık.
İnsani boyutta yok hükmünde olan Kanun Hükmünde Kararnamelerle sabaha karşı evler basılıyor, masumiyet karinesi hiçe sayılıyor. Kayyum atamaları, açığa almalar ve gözaltına alınmalara ilişkin yapılmak istenen açıklamalara izin verilmiyor. OHAL gerekçesiyle verilen en ufak demokratik bir tepkiye bile tahammül edilmiyor.
Gözaltına alınanların çocuklarının yaşadıkları travmanın etkisinden nasıl kurtulacağı zaten kimsenin umurunda olmadığı gibi büyüdüklerinde annelerini onlardan ayıran bu sistemle nasıl barışacakları da kimsenin umurunda değil.
Yakınları öldürülürken Tanrı’yla yaptığı konuşmada “Git buradan. Herkesi öldürdüler ve sen hiçbir şey yapmadın” diye isyan eden filmdeki Küçük Marjen gibi Kürt çocuklar da anneleri, dilleri ve televizyonları ellerinden alındığı için her şeye, herkese karşı öfkeli.
Tıpkı Persepolis’te olduğu gibi hiçbir yerin, hiç kimsenin güvende olmadığı, gelecek kaygısı taşıyan, sürekli ülkeden gidiş planları yapan, mutsuz, umutsuz, kaygılı, tedirgin insanların yaşamak zorunda kaldığı bir ülke yaratıldı.
Yaşasın demokrasi(!) (BD/ÇT)