Anadolu'nun çokkültürlü çokdilli, çokdinli yapısı geçmişten günümüze sorunlu ve tartışmaya açık bir alan olarak hep güncelliğini korumuştur.
Tarih boyunca farklılıkların biraradalığı bazen övünülen, onur duyulan bir olgu olarak vurgulansa da aslında her kritik siyasi dönemeçte bu yapı provokasyona, saldırıya açık olmuş ve bu dönemlere ilişkin konular her zaman tartışmaya ve soru işaretlerine, farklı yorumlara neden olmuştur.
Örneğin resmi tarih bu konuları ya görmezden gelir ya yok sayar ya da farklı bir biçimde yorumlar. Türkiye'de farklı etnik, kültürel, dinsel grupların edebiyattan tiyatroya birçok sanat dalında yer almalarına karşın bu mecralarda temsilleri de çoğu zaman klişe ve önyargıları pekiştirici olur.
Müslüman kadınların oyuncu olmalarının kabul görmediği sinemanın ilk yıllarında Rum ve Ermeni kökenli oyuncular kamera karşısına geçer. Ne var ki sinemada oyuncu olarak yer almalarına karşın filmlerin ana öyküsünde konu olarak yer almaları o kadar kolay olmaz.
Çoğu zaman tarihi filmlerde düşman tarafı (çoğu zaman Yunan) karakterize ederler ya da ana karakteri besleyen yan oyuncular, evin hizmetçisi veya komşu olarak aksanlı dilleriyle filmlerde temsil edilirler.
Ancak tıpkı tarihte olduğu gibi hiçbir zaman asıl kahraman, sıradan bir vatandaş, toplumun bir parçası olarak yer almazlar. Farklılıkları konuşma aksanlarıyla, yaşam biçimleriyle bu filmlerdeki kısa anlarda bile vurgulanır.
Gül Yaşartürk kitabında tam da bu konuyu sorunsallaştırmıştır.
Yazar beş bölümden oluşan çalışmasının ilk bölümünde kimlik, kimliğin değişkenliği, çok kimlilik ve aidiyet konusunu ele alırken, sorunlu alanın kimliklerden öte kimlikçilik konusunda odaklandığına vurgu yapar.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin kimlik çoğulluğunun karşısına homojen kültürel kimlik yapısını koyması ve asimilasyon politikalarıyla tekil kimlik önermesi, farklı kimliklerin kamusal alandan dışlanma, ötekileştirilme korkusuyla içe dönmelerine, kimliklerini saklamalarına, sessizliğe bürünmelerine ve gizlenmelerine neden olur.
1980'li yıllar teknolojik gelişmelerin hızlandığı, neo-liberal politikaların benimsendiği ve yayıldığı, sosyalist blok ülkelerinin dağılma sürecine girdiği bir dönem olur. Bu dönem aynı zamanda etnik, dini, ulusal kimliklerin daha fazla gündeme gelmesine ve Türkiye'de de kimlik politikalarının yükselişe geçmesine olanak sağlar.
Küreselleşme sürecinin etkisi ile bütün dünya tek bir pazar haline gelse de, kültürel farklılıklar varlıklarını sürdürmeye devam eder ve ekonomik küreselleşme süreci kültürel farklılıkları ortadan kaldırmadığı gibi, kültürlerin farklılıklarına karşı duyarlı olma gereksinimini de artırır.
Sonuç olarak, 1990'lardan itibaren Türk sinemasında gayrimüslim karakterlerin temsilleri daha bir görünür olur. 2000'li yılarda ise yalnızca sinema filmlerinde değil, televizyon dizilerinde de farklı etnik kimliklerin temsilleri söz konusu olur.
Rumların temsili
Kitabın ikinci bölümü "Türkiye'de Rum Olmak" başlığını taşımaktadır. Çünkü yazar çalışmasını Rumlarla sınırlamıştır ve bu nedenle öncelikli olarak Rumların koşullarını tarihsel olarak İstanbul'un Fethi'nden başlayarak günümüze kadar incelemektedir.
Buna göre, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma süreci ve ulusal bağımsızlık hareketleri, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması, dolayısıyla yeni kimlik politikaları, mübadele, varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları ve geriye kalan gayrimüslimlerin kendilerini güvende hissetmemeleriyle göçün süreklilik kazanması sonucu günümüzde Türkiye'de yaşayan Rumların sayısı giderek azalmıştır.
Yazar, bugün için Rum kökenli vatandaşların yoğunluklu olarak İstanbul ve Adalar'da konumlandıklarını ve toplam nüfuslarının da 1500 civarında olduğunu belirtirken, Türkiye'de yaşadıkları olumsuz deneyimlerle giderek içe kapalı bir toplum olarak yaşamlarını idame ettirmek durumunda kalan Rumların, çocuklarını genellikle eğitim için Yunanistan'a göndermeyi tercih ettiklerine dikkat çekiyor.
Bu durum ise Rum nüfusunun giderek azalmasına neden oluyor.
Sonuç olarak farklı dil, farklı din ve farklı kimlikleriyle uzun yıllar kendilerini kendi memleketlerinde soyutlamak zorunda kalan, yalnızlığa mahkûm olan ve korkuyla, güvensizlikle başbaşa yaşamak durumunda kalan bir grubun bugün sayılarının bu derece azalmış olması da şaşırtıcı olmamalıdır.
Asıl şaşırtıcı olan, bu denli önemli ve sorunlu bir konuya, toplumsal gerçekliği belirleyen ve bu gerçeklikten beslenen sinemanın bu denli duyarsız kalması ya da yeterince ve gereğince yer vermemesidir.
Tam da bu noktada Yaşartürk kitabının üçüncü bölümünde Türk sinemasında gayrimüslim karakterlerin nasıl temsil edildikleri konusuna eğilir.
Bu bölümde, orta oyunundan başlayarak gayrimüslimlerin temsillerini ele alır ve sinemanın orta oyunu geleneğini sürdürerek ilk yıllarından itibaren daha çok komedi unsuru olarak dil ve aksandan kaynaklı yanlış anlamalar üzerine yapılan güldürülere yer verdiğini söyler. Ya da ilk sansürlenen Türk filmi Mürebbiye'den başlamak üzere gayrimüslim kadınlara ilişkin kötü, evli erkekleri ayartan Rum dilberleri, hizmetçi, hırsız, vatana ihanet eden güvenilmez Rum çeteleri gibi genellikle klişe ve milliyetçi ideoloji çerçevesinde ötekileştirilerek Türk sinemasında sunulduklarına dikkat çeker.
Buna karşın 1970 ve 1980'lerden itibaren filmlerde yan karakterler olarak Türkiye'de ötekinin arkadaşlığı ve dayanışmasına, çokkültürlülüğü yansıtan zengin karakterlere, düşlenen, özlenen Rum dostluklarına, bilgili ve yol gösterici yol arkadaşlıklarına ilişkin temsillerle de öne çıkmalarına rağmen bu filmlerde de dilleri ve inançlarına, kültürel farklılıklarına vurgu yapılarak, tam anlamıyla toplumun ötekisi olmadan, toplumun doğal bireyleri olarak filmlerde konu edilmezler.
İkili karşıtlıklar
Yaşartürk kitabın dördüncü bölümünde Dost Denizin Çocukları başlığı ile Bulutları Beklerken, Yüreğine Sor, Sen Ne Dilersen, Sis ve Gece, Güz Sancısı ve Sıcak filmlerini, beşinci bölümde ise Gidenlerin Gözünden başlığı ile 1964 Sürgünü bağlamında Politiki Kouzina (Bir Tutam Baharat) filmini analiz eder.
Yazar böylece son dönem birçok film ve filmlerdeki gayrimüslim karakterleri özellikle Rumlar üzerinden inceleyerek eskinin klişe temsillerinin dışına çıkabilen, hem dost, arkadaş ve sığınılan bir liman olarak hem de ötelenen, tekrar tekrar farklılıkları vurgulanan ve Türklükle özdeşleştirilen kimlikler olarak ikili karşıtlıklarla sunulduklarını ortaya koyar.
Gül Yaşartürk Türk Sinemasında Rumlar kitabında tarihsel olarak gayrimüslimler konusunu ele alırken birçok alanda olduğu gibi Türk sinemasında da farklılıklara bakış açısının değişmediğini ortaya koyar.
İncelenen filmlerde Rumlar daha çok bildik, tanıdık klişelerle ve gerçeklikten uzak tiplemelerle ortaya koyulur.
Türk Sinemasında Rumlar kitabı bu alandaki önemli bir eksiği gidermesi ve Rumların sinemada temsilleri gibi sorunlu bir alana dikkat çekmesi bakımından önem taşıyor.
Türk sinemasında farklılıkların temsillerine ilişkin bir başucu kitabı olarak değerlendirilebilecek çalışma okuyucuyu gerçeklerle yüzleştirmesi bakımından da okunmayı hak ediyor. (EUİ/YY)