Tayfun Atay’in 17 Kasım 2007'de Birgün’de yayınlanan yazısını daha ilk cümlesinden başlayarak çok büyük bir şaşkınlıkla okudum. Son zamanlarda Kürt meselesinin bir kez daha, her zamankinden daha çok, el yakan bir mesele haline gelmesiyle yine dört bir yandan “tarihsel” okumalar yükselmeye başladı.
Elbette bu meseleyle ilgili tartışma ortamının yıllar sonra oluşabilmesine olumlu bir gelişme olarak bakılabilir. Atay’ın ifadesiyle “Komutanların bile askeri değil 'sosyolojik' düşünmeye yöneldiği şu günlerde bu yönde tartışmayı derinleştirmekte yarar yok mu?”
Tabii ki var. Ancak son zamanlarda yükselen bu seslerden birçoğunun amacı şu soruyu yanıtlamak: “Türk” modernleşmesinde ters giden neydi ki yaklaşık 100 yıldır çözülemeyen, bir taraftan bastırdığınızda kanser gibi başka bir yerden türeyen böylesine müzmin bir sorun ortaya çıkardı?
Atay’ın yazısı da bu literatüre, Türk modernleşmesinin “istenmeyen” “yan ürünlerine” yani Türkçülük ve Kürtçülük’e bakmak suretiyle katkıda bulunuyor.
Modernleşme=Uluslaşma?
Atay’ın genel varsayımları şöyle:
Üzerine hatırı sayılır bir külliyat bulunan modern devlet-ulus-devlet tartışmalarında Atay oldukça net bir pozisyona sahip. “Cumhuriyet'in başından beri hayata geçirmeye çalıştığımız 80 küsur yıllık Türk modernleşmesi” ifadesiyle, bu topraklarda “modernleşme” projesinin cumhuriyetle aynı yaşta olduğu varsayamınından yola çıkıyor.
Yani modernleşme tarihi=cumhuriyet tarihi. Yani, Atay, ulus-devletin kurulmasıyla ivme kazanan kurumsal dönüşümü modernleşme projesinin kendisi olarak alıyor. Modernleşmeyi, ulus-devlet döneminin dönüşümleriyle eş tutmak, bu süreci sadece bir kurumsal (üstyapı) dönüşüm meselesi olarak okumak anlamına geliyor. Sanayileşme, kentleşme, yeni sınıfların ve dolayısıyla sınıf çelişkilerinin ortaya çıkması gibi büyük toplumsal dönüşümlerle açıklamak yerine modernleşme süreci uluslaşmayla bir tutuluyor. Yani yazarın “Türk” modernleşmesinden kastettiği olgu sadece ve sadece hakim elitlerin “köylüler”den “vatandaşlar” yaratma projesinden ibaret.
Son 20 yılın Osmanlı tarihi çalışmaları
Ne var ki, son 20 yılda ortaya çıkan Osmanlı tarihi çalışmalarının büyük ölçüde yapmayı başardığı şeylerden biri, bu coğrafyanın modernleşme serüvenini imparatorluğun son 200 hatta 250 yılda geçirdiği iktisadi, toplumsal ve siyasi dönüşüm bağlamına oturtmak.
Bu çalışmalar, modernleşmenin Cumhuriyet’in ilanıyla başlamadığını göstermekle kalmadılar. Aynı zamanda hem bu sürecin imparatorluğun farklı vilayetlerinde (Musul, Lübnan, Kürdistan, Ürdün) nasıl tezahür ettiğini detaylı monograflarla gösterdiler, hem de merkezi Osmanlı devletinin dışındaki diğer aktörleri de (özellikle yerel eşraf ve âyânı, daha nadir olarak da köylüler ve işçileri) anlatılarına dahil ederek modernleşme projesini tek bir hâkim elitin tepeden inme projesi olarak resmeden yaklaşımlara karşı sürece içkin çelişkileri gösteren alternatif bakış açıları ortaya koydular.
Modernleşme 1923'te bir gecede başlamadı
Yani, diğer bir deyişle, bizim lise ve üniversite İnkılap Tarihi derslerinde gördüğümüzünden oldukça farklı bir hikaye görüyoruz bu çalışmalarda. Modernleşme diye adlandırdığımız büyük toplumsal dönüşümün, Atay’ın ima ettiğinin aksine 1923'te bir gecede, Cumhuriyet elitlerinin yegane aktör olduğu bir süreç olarak başlamadığını, bilakis, uzun erimde hayatın her alanında meydana gelen değişimleri kapsayan ve farklı sınıfların çelişkilerini barındıran bir süreç olduğunu biliyoruz artık.
Ne var ki Türkiye modernleşmesinin tarihini ulus-devletle başlatmak yerine Osmanlı’nın kabaca son 200 yıllık dönemine kadar götürülmesi gerekir, savını ileri sürerken, bundan şöyle bir sonuç çıkmasını istemem: "Modernleşme gibi 'muteber', 'sıradan köylüler'den vatandaşlar yapmayı başarmış bir medeniyet(!) projesinde Osmanlı’nın payını göz ardı ediyorsunuz” demiyorum (zira bu birçok milliyetçi-muhafazakar söylemin savunduğu bir pozisyondur).
Sadece, modernleşme tarihine ve ulus-devlet projesine, İnkılap Tarihi derslerinde öğretilen tevatürlerin ötesine geçebilen yaklaşımlar şimdiki meseleyi (“Kürtçülük” ve “Türkçülük”) daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Bu da bizi Atay’ın diğer bir varsayımına getiriyor.
Atay’a göre Türk modernleşmesinin en hayati sorunsalı “millet inşası”, yani uluslaşma projesiydi. Atay’ın kendi cümleleriyle ifade edecek olursak, “[m]odern Türk ulus-devletine aidiyetin gereği olan Türklük kimlik ve bilincinin insanlara kazandırılması yolunda bir seferberlikti Cumhuriyet”.
Ancak uluslaşma seferberliğinin Atay’a göre istenmeyen iki yan ürünü vardı: “Türkçülük” ve “Kürtçülük”. Atay aslında Kürt milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğine, yani ulus-devlet projesinin özündeki milliyetçi politikalarına tepki olarak doğduğunu ileri sürüyor. Yani yazar esasında cumhuriyet elitlerinin etnik milliyetçi politikalarını eleştiriyormuş gibi görünüyor.
Ancak, gerek, bir seferberlik olarak tanımladığı uluslaşma projesine duyduğu açık sempati, gerekse yukarıda bahsettiğim diğer varsayımları, Atay’ın bu politikalara uluslaşma sürecinin atılması gerekli adımları olarak baktığı ve dolayısıyla da belirli bir tarihsel döneme özgü koşulların sonucu olarak değerlendirdiği kanısını yaratıyor.
Aşırı milliyetçilikler modernleşme projesinin istenmeyen kazaları mıdır?
Burada Atay’ın tartışması yine üzerine ciddi bir literatür bulunan bir sorunsalı akla getiriyor. Yani, aşırı milliyetçilikler modernleşme projesinin umulmayan, istenmeyen “kazaları” “istisnaları” mıdır, yoksa modernleşmenin, yani kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı eşitsizlik ve çatışmalarla sürece içkin olan, ne var ki ancak belirli tarihsel koşullarda olgunlaşarak toplumsal bir mesele haline gelen olgular mıdır?
Yani soruyu Türkiye bağlamına oturtacak olursak, erken Cumhuriyet dönemi etno-milliyetçi vurgular, iskan politikaları, "Vatandaş Türkçe konuş kampanyaları”, Varlık Vergisi deneyimleri sadece istenmeyen birer tarihsel kaza mıydı? Yoksa bunlara modernleşme projesinin özünde mevcut siyasetin belirli tarihsel aktörler tarafından bilerek ve isteyerek hayata geçirilmesi olarak mı bakmak gerekir?
Modernleşme ve uluslaşma projelerinin romantize edilmesi
Farklı ülkelerdeki faşizm deneyimleri üzerine yazan tarihçiler, faşizmi liberal demokrasilerin kazai aşırılıkları olarak görmekten ziyade, kapitalist sınıf ilişkilerinin her an yeniden üretebileceği bir tehlike olarak okuma gerekliliğini ortaya koyuyorlar.
Türkiye’nin modernleşme deneyimine böylesi bir yaklaşım, Atay’ın da içine düştüğü, modernleşme ve uluslaşma projelerini romantize etme ve sürecin özünde mevcut ve her an yeniden üretilebilecek ırkçı-milliyetçi eğilimleri hafife alma eğilimlerine karşı önemli bir alternatif olabilir.
"Doğu" sorunu ve sınıfsal perspektif
Atay’ın Kürt modernleşmesini ve milliyetçiliğini Türk modernleşmesi bağlamına oturtması tabii ki anlamlı bir çaba. Ancak Atay’ın çerçevesindeki bazı basite indirgemelerin sorunsallaştırılması gerekiyor. Yazar PKK’nin Türk modernleşmesinin ürünü olduğunu söylerken, ve buna kimsenin darılmaması gerektiğini belirtirken, Kürt siyasal hareketinin Şeyh Said’le başlayıp PKK'yle devam eden doğrusal bir çizgide seyrettiği varsayımından yola çıkıyor.
Ancak Atay burada da, Türk modernleşmesi konusunda olduğu gibi Osmanlı dönemini yok sayıyor. Halbuki 19. yüzyılda, imparatorluğun diğer birçok etnik grubunda olduğu gibi Kürtler arasında da kendi dillerini geliştirme, yayın yapma ve devlet kurma arzusunda olan elitler mevcuttu.
Bunların “milliyetçi” çabalar mı olduğu sorusu üzerine önemli bir külliyat mevcut. Ancak kesin olarak bildiğimiz bir şey var ki o da 19. yüzyılın sonu itibariyle Kürtlerin kurdukları cemiyetler ve yayın organlarıyla ayrı bir devlet kurma arzusunu yüksek sesle dile getirmeye başlamış olduklarıdır. Yani, Kürtler’in PKK’ye kadar olan siyasal örgütlenmelerinin tamamına birincil-premodern aidiyet olarak bakmak doğru değil.
Aslında, bunun için 19. yüzyıla kadar gitmeye de gerek yok. 1968 hareketinin içinden çıkan Kürtler “Doğu” sorununa sınıf perspektifinden bakarak aslında premodern bağların ötesine geçtiklerini bambaşka bir politik tahayyülle ortaya koyuyorlardı. Demem o ki, elbette milliyetçi veya değil, son 200 yılın Kürt siyasi hareketlerini modernleşme süreci bağlamına oturtmamız gerekiyor.
Irkçı-şoven dalgayı anlamak
Hiç şüphesiz hakim sınıfların etno-milliyetçi yaklaşımları, Kürt milliyetçiliğinin buna bir tepki olarak ortaya çıkmasında etkili oldu. Ancak bu iki olguyu modernleşme sürecinin getirdiği büyük toplumsal dönüşümler ve yarattığı çelişkiler bağlamına oturtmanın, daha açık bir ifadeyle, kapitalizmin yarattığı çelişkilerin her an yaratabileceği gerçeklikler olarak bakmanın, yükselen ırkçı-şoven dalgayı anlamamıza daha çok yardımcı olacağı kanaatindeyim.
Milliyetçilik, ırkçılık, faşism ve şovenizm, ne isimle tezahür ediyor olursa olsun, farklı halkların birbirine duyduğu nefreti ve uyguladığı şiddeti onların tecrübe ettiği sosyo-ekonomik dönüşüme bakmadıkça açıklamamız ve daha da önemlisi gidişata dur dememiz mümkün olmayacak. (NÖ/GG/TK)
* Nilay Özok, Binghamton Üniversitesi, doktora öğrencisi