16 Eylül 2007’de, Fransız Dışişleri Bakanı Bernard Koucher dünyayı, İran’ın nükleer programı sözkonusu olduğu zaman olacaklar konusunda uyardı: “En kötüsü için hazırlanmalıyız ve en kötüsü de savaş.”
Bu açıklama, tahmin edileceği gibi, büyük gürültü kopardı, eleştiriler B.M. Mülteciler Yüksek Komiserliği başkanı Sir John Holmes’un “Irak lekesi” dediği şeye odaklandı. Irak’ı işgal etme bahanesi olan Kitle İmha Silahları skandalından sonra, bu tür bir tehdide başvurmak güvenilirliğini sonsuza dek kaybetti. Birleşik Devletler’e ve müttefiklerine, zaten bu kadar acımasızca kandırılmışken, neden inanalım?
Fakat, Kouchner’in uyarısının çok daha kaygı verici bir başka yanı daha var. Yeni seçilmiş Fransız Cumhurbaşkanı, Nicolas Sarkozy, Koucher’i, sosyalistlere politik olarak yakın duran bu büyük hümaniteri [Dışişleri Bakanlığı’na] atadığı zaman, Sarkozy’nin eleştirmenleri bu hamleyi hoş bir sürpriz olarak karşıladı. Şimdi bu atamanın anlamı açık: “militarist hümanizma” ideolojisinin, hatta “militarist pasifizm” ideolojisinin zorla geri dönmesi.
Bu etiketin sorunu bir tezat, bir oksimoron içermesi, yani Orwell’in 1984’ündeki “Savaş Barıştır” sloganlarının bir benzeri olması değil. Basitleştirmeye hevesli olan o pasifist “daha çok bomba ve katliam hiçbir zaman barış getirmez” konumu bir uydurmadır, çünkü insan genellikle barış için savaşmak zorunda kalır. Sorun, Irak gibi, yeni bir hedefin saf ahlaki tartımlarla değil, kabul edilmemiş jeopolitik ve ekonomik stratejik çıkarlar yüzünden seçilmiş olmasıdır.
Hayır, “militarist hümanizm”in asıl sorunu “militarist”te değil, “hümanizm”de, yani askeri bir müdahalenin hümaniter yardım olarak sunulmasında yatar. Politiklikten çıkarılmış evrensel insan hakları adına haklı çıkarılan bu tür müdahaleler onlara karşı çıkan herhangi birinin silahlı bir çatışmada sadece düşmanın tarafını tutmakla kalmadığını, aynı zamanda onu uygar ulusların uluslar arası topluluğundan dışlayan suçlu bir seçim yaptığını ima eder.
Kim bu "biz"?
Yeni küresel düzende, artık içinde (esirlere yönelik davranışlar, belli silahların yasaklanması vb.) belli kuralların geçerli olduğu, egemen devletler arasındaki düzenli çatışmalar gibi eski anlamda savaşlar görmememizin nedeni budur. Geriye kalan şey, evrensel insan haklarının kurallarını ihlal eden “etnik-dinsel çatışmalar”dır. Onlar tam savaş sayılmaz ve bu yüzden Batılı güçlerin “hümaniter pasifist” müdahalesini talep eder – Birleşik Devletler’e ya da yeni küresel düzenin başka temsilcilerine yönelik doğrudan saldırılar sözkonusu olduğunda durum daha da böyle.
Bu saldırganlar asker sayılmaz, daha çok evrensel düzenin kuvvetlerine suç işleyerek direnen “yasadışı savaşçılar” sayılırlar. Bu çatışmada, savaşan taraflar arasında aracılık yapan, esirlerin değiştokuşunu örgütleyen vb. Kızıl Haç gibi tarafsız hümaniter bir örgüt hayal etmek bile olanaksızdır. Onun yerine, çatışmanın bir tarafı (A.B.D. hakimiyetindeki küresel kuvvet) zaten Kızıl Haç rolünü üstlenir, kendisini savaşan taraflardan biri olarak görmez, belli isyanları ezen ve eşzamanlı olarak, “yerel nüfuslara” hümaniter yardım götüren barış ve küresel düzenin aracılık yapan temsilcisi olarak görür.
Bu yüzden temel sorun şudur: Kouchner’in adına konuştuğu bu “biz” kimdir? Kim onun içinde yer alır ve kim ondan dışlanır? Bu “biz” gerçekten “dünya,” insan hakları adına eylemde bulunan apolitik uygar insanlar topluluğu mu? Beklenmedik bir yanıt (ya da daha doğrusu, bir komplikasyon) bir ay sonra, 17 Ekim 2007’de, Türkiye meclisi Birleşik Devletler’in baskısına meydan okuyarak, hükümetlerinin Kürt asileri takip etmek üzere Irak’a askeri operasyon düzenlemesine izin vermeyi büyük bir çoğunlukla kabul ettiği zaman geldi.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Türkiye’yi ziyaret ederken, bu kararın son çivisini vurdu, Türkiye’nin “terörizme ve terörist etkinliklere karşı” mücadele etme hakkını desteklediğini ilan etti.
Bir anlık kapitalist kardeşlik
Böylece, durum sanki, bir davetsiz misafir (ve en önemlisi de, gerekli insan hakları siciline sahip olmayan bir davetsiz misafir – bakınız Türkiye’nin Ermeni genocide’sini (soykırım) reddetmesi) “biz”in kapalı çemberini, militer hümanizmin de facto tekelini ellerinde tutanların çemberini kırdı. Bizim huzursuzluğumuz tıpkı, davet edilmemiş bir yabancının gelip de sanki asıl misafirlerden biriymiş gibi davrandığı bir parti sahibinin huzursuzluğuyla aynı. Durumu tatsız kılan şey Türkiye’nin “ötekiliği” değil, aynılık iddiası.
Aydınlanmış insanlığın “biz”ini oluşturan o yazılmamış kurallar, sessiz yasaklar ve zorunlu dışlamalar kümesini ortaya çıkarıyor. Nefes kesici ironi de Irak’a yönelik bir Türk yürüyüşünün zaten Avrupa Birliği’nin resmi ilahisinde bir atası olması, yani Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi’nin dördüncü bölümündeki “Neşeye Şarkı.” Bu parça her şeye karşılık gelebilecek olan gerçek bir “boş gösterge.” Fransa’da, Romain Rolland onu bütün insanlığın kardeşliğine yönelik hümanist şarkı konumuna yükseltti (“insanlığın Marseillaise’si”).
1938 yılında, onu Reichmusiktage’nin doruk noktası olarak çaldılar ve daha sonra da, Hitler’in doğumgünü için çaldılar. Çin’de Kültür Devrimi sırasında, Avrupalı klasikleri reddetme atmosferi içinde, bir tek o, ilerici sınıf mücadelesinin örnek bir parçası olarak bağışlandı. 1970’lerde, hem Batı hem de Doğu Alman Olimpiyat takımı tek bir Alman takımı olarak hareket etmek zorunda kalınca, Almanya’nın her altın madalya alışında bu marş çalındı.
Ian Smith’in Rodezya’da kurduğu beyaz ırk ayrımcı rejimi, 1960’ların sonunda apartheid’ı getirmek için bağımsızlık ilan etti ve aynı şarkıyı milli marş ilan etti. Abimael Guzman, yani Işıldayan Yol adlı Perulu Maocu terörist grubun (şimdi hapsedilmiş olan) lideri, hangi müziği sevdiği sorulunca, Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’sinin dördüncü bölümü diye yanıt verdi. Yani içinde bütün yeminli düşmanların, Hitler’den Stalin’e, Bush’tan Saddam’a herkesin bir an için çekişmelerini unutup o aynı büyülü coşku dolu kardeşliğe daldıkları bir kurgusal performans hayal edebiliriz.
Fakat, bu müzik parçasında tuhaf bir dengesizlik var. Bölümün ortasında, ana ezgiyi üç orkestra ve üç vokal çeşitlemesiyle dinledikten sonra (Neşe teması), bu ilk doruk noktasında beklenmedik bir şey olur ve bu şey eleştirmenleri 180 yıl önceki ilk çalınmasından beri rahatsız etmektedir. 331. ölçüde, ton tümüyle değişir ve ağırbaşlı ilahi ilerlemesi yerine, aynı “Neşe” teması marcia Turca (“Türk marşı”) üslubuyla yinelenir.
18. yüzyıl Avrupa ordularının Türk Yeniçerilerinden uyarladığı üflemeli ve vurmalı çalgılar için yazılmış askeri müzikten ödünç alınan hava, karnavalesk bir halk geçidi, alay yüklü bir gösteri halini alır. Hatta bazı eleştirmenler marcia Turcia’nın başlangıcına eşlik eden fagot ve bas davulun “saçma homurtularını” osuruklara benzetmiştir. Ve bu noktadan sonra, her şey karışır, bölümün ilk kısmın basit ağırbaşlı saygınlığı bir daha hiç geri gelmez.
Küresel ulusçuluk
Fakat, ya her şey sadece 331. ölçüde, marcia Turca’nın girişiyle bozulmuyorsa? Onun yerine, ya daha en baştan beri bir şeyler yanlışsa? Neşe Şarkısı’nın sönük sahte bir yanı olduğunu kabul etmeliyiz, bu yüzden 331. ölçüden sonra ortaya çıkan kaos bir tür “bastırılanını geri dönüşü,” daha en baştan beri yanlış olanın bir semptomudur. Bu yüzden bütün perspektifi kaydırmamız ve marcia’yı inanılmaz uğursuzluk sergisini kısa kesip bizi yeryüzüne döndüren, bir bakıma “insanların kardeşliğini mi kutlamak istiyorsunuz? İşte onlar burada, alın size gerçek insanlık” diyen bir gündelik normalliğe dönüş olarak algılamalıyız.
Aynı şey günümüz Avrupa’sı için de geçerli değil mi? Bütün insanlığı coşkunun kutlanmasını kucaklamaya çağırdıktan sonra, Schiller’in “Neşeye Şarkı”nın müziği için olan şiiri uğursuzca sona erer: “Ama kim katılamıyorsa, bırakın bizim çevremizden uzakta ağlayıp dursun.” Avrupa Birliği’nin günümüzde yaşadığı krizin temel işareti kesinlikle Türkiye: Fransa ve Hollanda’daki son referandumlarda “hayır” oyu atılmasının temel nedeni, oyların büyük kısmına göre, Türkiye’nin üyeliğine yönelik muhalefetti. “Hayır” oyu sağcı-popülist terimlerde zemin bulabilir (kültürümüze yönelik Türk tehdidine hayır, Türk ucuz göçmen emeğine hayır), ya da liberal-çokkültürcü terimlerde de zemin bulabilir (Türkiye alınmamalı çünkü, Kürtlere yönelik davranışlarında, insan haklarına yeterince saygılı davranmıyor). Ama karşıt görüş, o “evet,” Beethoven’in son kadansı kadar sahte.
Günümüz Türkiye’sinin durumu kapitalist küreselleşmenin doğru anlaşılması için can alıcı önemde: küreselleşmenin politik destekçisi yönetimdeki Başbakan Erdoğan’ın “ılımlı” İslamcı partisi. Küresel uzamla tam bütünleşmeye direnenlerse (ve ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması konusunda şüpheleri olanlar), ateşli bir şekilde ulusçu olan, tam bağımsız Ulus-Devletin partizanları olan seküler Kemalistler, , buna karşılık İslamcılar dinsel-kültürel kimliklerini ekonomik küreselleşmeyle kolayca birleştiriyorlar. İnsanın tikel kültürel kimliğinde ısrar etmesi küreselleşmeye engel oluşturmuyor: asıl engel trans-kültürel ulusçuluk.
Yani, Türkiye Birliğe alınmalı mı yoksa AB’nin çevresinden “uzakta ağlayıp durmaya” mı bırakılmalı? Avrupa Türk marşına dayanabilir mi? Ve, Beethoven’in Dokuzuncusunun sonunda olduğu gibi, ya asıl sorun Türkiye değil de, temel ezginin kendisi, post-politik teknokratik elitin bize Brüksel’den çaldığı Avrupalı birlik şarkısının kendisiyse? Bizim tümüyle yeni bir ana ezgiye, Avrupa’nın kendisinin yeni bir tanımına ihtiyacımız var. Türkiye’nin sorunu, yani Türkiye’yle ne yapacağı konusunda Avrupa Birliği’nin akıl karışıklığı, bu haliyle Türkiye’yle ilgili değil, Avrupa’nın kendisinin ne olduğu konusunda yaşanan karışıklıkla ilgili. Avrupa Anayasası’nın çıkmazı Avrupalı projenin artık kendi kimliğinin arayışında olduğunun bir işareti.
Popülizm düşün yerine geçiyor
“Kültürün Tanımına Yönelik Notlar”ında, büyük muhafazakar T.S. Eliot, bazı anlarda tek seçimin mezhepçilikle inançsızlık arasındaki seçim olduğunu, bir dini canlı tutmanın tek yolunun onun ana gövdesinden mezhepçi bir kopuş yapmak olduğunu belirtmişti. Bu bizim bugün tek şansımız: ancak standart Avrupalı mirastan “mezhepçi bir kopuş” aracılığıyla, kendimizi eski Avrupa’nın çürüyen gövdesinden kesip kopararak yenilenen Avrupa mirasını canlı tutabiliriz. Görev zor. Bizi bilinmeyene adım atma gibi büyük bir risk almaya zorluyor. Yine de bunun tek alternatifi yavaş yavaş çürüme, Avrupa’nın, kart Roma İmparatorluğu için Yunanistan ne olduysa ona, fiili hiçbir yararı olmayan bir nostaljik kültür turizmi mekanına dönüşmesidir.
Avrupa’nın çatışması genellikle, Türkiye gibi ülkeleri dışarıda tutmak isteyen Avrupamerkezci Hıristiyan inatçılarla Avrupa Birliği’nin kapılarını çok daha geniş açmak, Türkiye’ye ve ötesine açmak isteyen liberal çokkültürcüler arasındaki bir çatışma gibi gösteriliyor. Ya bu çatışma yanlış olansa? Günümüzde, Polonya anti-modernist geri tepmenin başarı elde ettiği ilk Batılı ülke, etkili bir şekilde hegemon bir güç olarak ortaya çıkıyor. Kürtajın toptan yasaklanması, anti-Komünist “arınma”, Darwin kuramının ilk ve orta eğitimden kaldırılmasından başlayıp Cumhuriyetin Cumhurbaşkanlığı mevkisini kaldırıp İsa’yı Polonya’nın ebedi Kralı ilan etmeye kadar uzanan çağrılar – bütün bunlar açık bir kırılışı getirmek ve açıkça anti-modernist Hıristiyan değerlere dayanan yeni bir Leh Cumhuriyeti kurmaya yönelik hepsini kucaklayan bir öneri halinde bir araya geliyorlar.
Bu yüzden ders apaçık: Köktenci popülizm Solcu düşün yarattığı boşluğu dolduruyor. Donald Rumsfeld’in kötü şöhretli açıklaması, Eski ve Yeni Avrupa’yla ilgili açıklaması yeni ve beklenmedik bir gerçeklik kazanıyor. Post-Komünist ülkelerin (Polonya, Baltık ülkeleri, Romanya, Macaristan) büyük kısmının oluşturduğu “yeni” Avrupa’nın belirmekte olan dış hatları, Hıristiyan popülist köktencilikle, gecikmiş anti-Komünizmle, yabancı korkusu ve eşcinsel korkusuyla vb. tanımlanıyor. Ya Polonya gibi örnekler bizi girişi daraltmaya, Avrupa’yı Leh Hıristiyan köktenciliğini dışlayacak bir şekilde yeniden tanımlamaya zorlarsa? Belki de Polonya’ya Türkiye’ye uygulamaya hevesli olduğumuz ölçütlerin aynısını uygulamanın vakti gelmiştir. (SZ/SG/NZ)
Çevirmenin Notu
Slavoj Žižek neden aynı metni tekrar tekrar yazıyor? Guardian’da 23 Ekim 2007’de yayınladığı “Turkey is a thorn in the side of a cosy western consensus” başlıklı yazı, 6 Kasım 2007’de In These Times’da yayınladığı “The Disturbing Sounds of the Turkish March” başlıklı yazının bir kısaltması mı; önce yazılan hangisi?
Bir tür paralaks bakış belki, nesneye birbiriyle tam olarak örtüşmeyen ama aynı kaynaktan çıkan yakın perspektiflerden bakma, bakışı hep hafif hafif kaydırma: o zaman Guardian yazısında odak noktası Avrupa uygarlığı, Eliot olarak görünürken, In These Times yazısında odak noktası Türk marşı ve Polonya gibi görünebiliyor ve iki bakış temel sorunu, yani “Hitler’den Stalin’e, Bush’tan Saddam’a herkesin bir an için çekişmelerini unutup o aynı büyülü coşku dolu kardeşliğe daldıkları bir kurgusal performans” olan “kapitalist küreselleşmeyi” bütünsel görmeye doğru yaklaştırıyor insanı: Türkiye’de ya da başka yerde, “köktenci popülizm Solcu düşün yarattığı boşluğu dolduruyor.”
Žižek'in paralaks metinlerini, tekrar tekrar çevirmenin anlamı bu belki de, “kapitalist küreselleşmenin” her yere tekrar tekrar getirdiği, özellikle de Türkiye’de gerçek düşün yerini alan o ünlü afyonun biçimine soktuğu “köktenci popülizme” paralaks bakmak.
* Bu metin In These Times'ta 6 Kasım'da yayımlandı.
* Metni İngilizce'den Türkçe'ye Sabri Gürses çevirdi.