15 Temmuz darbe girişimi, bütün askeri darbelerin yol açtığı dehşet etkisinin yanısıra büyük şaşkınlıklara da neden oldu. Daha önceki darbelerden farklı yöntemlere başvurulması, askeri silah gücünün pervasızca kullanılması, darbeciler ve karşıtları arasında çatışmalar yaşanması, iletişim araçlarını kullanma becerisinin mücadelenin sonucu üzerindeki belirleyici etkisinin görülmesi bunların arasında sayılabilir.
Yine de bütün bu sayılanlar, Fethullahçıların silahlı kuvvetler içinde bu kadar yaygın ve etkin bir güç elde etmiş olmasının yol açtığı şaşkınlığın yanında çok hafif kalıyor. Bu tarihe kadar orduya atfedilen Atatürkçü, laik, batıcı, modernist vb etiketlerin çok eskide kaldığı hatta belki de hiçbir zaman düşünüldüğü kadar güçlü olmadığını fark etmek çok kişi için sarsıcı oldu. Kemalistlerin, bütün umudunu askeriyeye bağlama hali nedeniyle ordudaki durumu anlamaları zaten zordu ama bu kadarının Kemalist olan olmayan herkesi şaşırttığını kabul etmek lazım.
Darbe girişimi bastırıldıktan sonra Fethullahçıların devlet kurumlarına nasıl, ne zaman ve ne ölçüde yerleştiğine ilişkin bilgiler yağmaya başladı. Devlet kurumlarının yaptığı araştırmaların açıklanması, konuyu iyi bilenlerin daha önce yaptığı çalışmaların keşfedilmesi ve örgütten kopanların veya yakalananların itirafları ile bilgi bombardımanına tutulduk. Çok sayıda, karmakarışık ve zaman zaman da çelişen bilgilerin arasında, örgütün kamu kurumlarına 1980’li yılların başlarında yerleşmeye başladığı ortak bir tespit olarak öne çıkıyor.
Bu bilgi bizi son başarılı darbeye, 12 Eylül 1980’e ve o dönemde ülkeyi yöneten Kenan Evren – Turgut Özal ikilisine götürüyor. Dönemin hakim ideolojisi, uygulanan politikaları ve atmosferi dikkate alındığında, böyle bir örgütün devlete, ülkeye ve ekonomiye nasıl yerleştiğini anlamak da mümkün hale geliyor.
12 Eylül döneminin hakim ideolojisinin Türk-İslam sentezi olduğu çok açık. İçeride Kürtlere, dışarıda da nerdeyse bütün dünyaya karşı Türk milliyetçiliği öne çıkarılırken, İslam da ülkeyi birleştirici güç olmak üzere sürekli gündemde tutulurdu. Kenan Evren yurt gezilerindeki bütün nutuklarında halka dini bilgiler verir, ayetleri, hadisleri yorumlardı. Güneydoğuda askeri helikopterlerden yurt bütünlüğü açısından işe yarayacak ayetler köylere kasabalara saçılırdı.
Askeri yönetim bütün ülkede Türk-İslam sentezinin hakim olması için canla başla çalışırken, ordunun kendisinin bu çabadan muaf olması zaten mümkün değildi. Nitekim böyle bir muafiyetin olmadığını da 15 Temmuz 2016 tarihinden sonra öğrenmiş bulunuyoruz. 12 Eylül yönetiminin, ordu dahil olmak üzere, bütün devlet mekanizmasının Türk-İslam sentezine göre yapılanmasını sağlamak için çalışmaları başlatmış olduğu ve bu çalışmaların günümüze kadar devam ettiği anlaşılıyor.
Devlet kadrolarının ele geçirilmesi ve dönüştürülmesi önemli olmakla birlikte, kapitalist bir ülkede devlet politikalarının uzun ömürlü olabilmesi için, burjuvazi ile uyum içinde yürütülmesinin gerektiği açıktır. Turgut Özal ülkenin yeni yöneticilerini, ideolojisini ve politikalarını destekleyecek bir burjuvaziye ihtiyaç olacağını bilecek tecrübeye sahipti. Ülke ekonomisini yönetirken kendi kontrolündeki devlet desteğiyle gelişen, güçlenen bir iş adamları kesimi yaratmaya özen gösterdi.
Turgut Özal ülke kalkınmasının özel sektör eliyle sağlanabileceğine inanan bir devlet adamıydı. Fakat kendisini yere göğe koyamayan liberallerin sandığı gibi, piyasanın işleri kendiliğinden düzenleyeceğine inanacak kadar saf değildi. Özel sektörü kendi doğru bildiği yöne sevk etmek için çeşit çeşit kurumlar oluşturdu. Araştırma birimleri kurup bol keseden projeler dağıttı, şirket yöneticileriyle doğrudan görüşüp sorunlarını çözdü veya çözmedi, gümrük tarifelerini, vergi istisnalarını konunun muhataplarıyla görüşerek ayarladı. Ama bunların arasında en belirleyici olanı, teşvik sistemini ülkenin ekonomi politikasının en önemli aracı haline getirmesiydi.
Turgut Özal’ın üst düzey kadrosu hem Türk-İslam sentezine iman etmiş hem de darbe bürokratı olmaktan utanç duymayan insanlardan oluşuyordu. Darbe ortamının verdiği güce dayanarak ülkeye hep düşündükleri biçimi vermeye başladılar. İnsanların itiraz edemediği, direnemediği bir ortamda birçok alanda dönüşüm sağladılar.
Turgut Özal, Teşvik ve Uygulama Dairesi adıyla devasa bir kurum oluşturarak başına, son günlerde soyadını yeniden duymaya başladığımız Ekrem Pakdemirli’yi getirdi. Teşvik ve Uygulama Dairesi zaman içinde büyüdükçe teşvikler de genişledi. Teşvik ilkeleri gittikçe genel ifadelere dönüştü, plan, strateji kavramlarına boş verilerek bütün destekler yaygınlaştırıldı. Müteşebbislere her işin doğrusunu bilen velinimetler, her zaman haklı olan müşteriler gibi bakılmaya başlandı.
Kamu bürokrasisi ile özel şirketlerin yakın ilişkisi dünyanın her yerinde sorunludur. O dönemin Türkiye’sinde de kimi siyasetçiler ve kamu kurumu yöneticileri ile bazı şirketler arasında ahbap çavuş, eş dost gibi deyimlerle ifade edilebilecek, laubaliliğe varan yakınlıklar kuruldu. Zamanla teşvik kavramı doğrudan rüşveti çağrıştırmaya başladı. Hayali ihracat iddiaları dönemin en yaygın yolsuzluk yöntemi olarak gündemden inmedi. Vurgun, hortum gibi tabirler gündelik yaşama girdi.
Türkiye’nin her dönüşüm döneminde burjuvaziye yeni kesimler eklenmiş, kimi zamanlar da bu eklenmeler tasfiyelerle birlikte yürütülmüştür. Bu dönüşümlerin en belirgin olanları halkın gözünden kaçmamış, yeni zenginlere servetinin kaynağına ya da ortaya çıktığı dönemlere göre isimler takılmıştır. Bu bağlamda halk arasında kullanılan Ermeni zengini, harp zengini gibi deyimlere 1980’li yıllarda Özal zengini deyimi de eklenmiştir.
Bu dönemde yolsuzluk iddiaları çok yaygın olduğundan, devlet teşvikiyle bazı iş çevrelerinin palazlanması hep yasal ya da ahlaki durum açılarından ele alındı. Oysa artık o dönemin Türk-İslam sentezinin devlete yerleştirildiği dönem olduğunu biliyoruz. Devlet içinde bu kadar güçlü ve uzun vadeli bir girişim başlatanların, özel sektörde de benzer bir çaba içine girmesi beklenir. Devletin ele geçirilmesi ülkeyi dönüştürmek için yeterli olmayacaktır. Özel sektörün, liberal ilkelerin esas alınacağı bir ülkede ekonomiye de hakim olunması gerekecektir.
Keyfi bir şekilde dağıtılan devlet desteklerinin sadece yolsuzluk için, sadece eş dostu kayırmak için değil, aynı zamanda siyasi hedeflerin bir parçası olarak sağlanmış olması mümkündür.
Bu günlerde hep darbenin finansman ayağından, cemaat şirketlerinden söz ediliyor. Söz konusu şirketlerin kayırıldığı gerekçesiyle bazı kalkınma ajanslarının yöneticileri hakkında soruşturmalar başlatıldı. Kalkınma ajansları günümüzde teşviklerin dağıtılmasında en önemli rolü üstlenen kamu kuruluşlarıdır. Bu ajansların gerçekten de siyasi amaçlarla teşvik verip vermediğini bilmiyoruz ama eğer iddialar doğruysa bunu 1980’li yıllardaki uygulamalara benzetebiliriz.
12 Eylül darbesine kadar Türkiye’deki tek iş adamı örgütü TÜSİAD’dı. 12 Mart döneminde kurulan TÜSİAD, 1979 yılında gazetelere verdiği tam sayfa dört ilanla Ecevit hükümetini devirmek için gösterilecek çabaları destekleyeceğini açıkça belli etmişti. Bu ilanların 12 Eylül darbesini teşvik ettiği düşünülür.
TÜSİAD’ın gerçekten darbeyi amaçlayıp amaçlamadığı bilinemez ama darbeden sonraki dönemde karşısına yeni bir iş adamları örgütü MÜSİAD çıktı. Sonra MÜSİAD’dan TUSKON doğdu. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da TUSKON ile birlikte 196 iş adamı örgütü kapatıldı. TÜSİAD şimdi yabancı gazetelere darbenin ne kadar kötü olduğunu anlatan ilanlar veriyor.
Türk-İslam sentezi bir askeri darbe ile devlete kadrolarıyla, özel sektöre teşvikleriyle yerleşmişti. Şimdi başarısız bir darbe girişimi sonunda devletteki kadroların ve özel şirketlerin bir kısmı tasfiye ediliyor. (BD/HK)