Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (Türk-İş) 50 yıllık tarihinin en sessiz ve heyecansız kongrelerinden biri geçtiğimiz, hafta tamamlandı. Hemen tamamı sendika bürokrasinin unsurları olan 362 delege, (Delegelerin 165'i sendika merkez yöneticilerinden 150'si sendika şube yöneticilerinden oluşuyordu) Türk-İş'in önümüzdeki dört yılının, geçen dört yıldakine benzer olması gerektiğini onaylamış oldular.
Bu tercih, sendika bürokrasisi için anlaşılır, mantıklı ve de tutarlı gözüküyor. Sendika bürokrasisi doğası gereği düzen ve istikrar ister.
Ama ekonomik ve sosyal koşullar bürokrasinin tutucu çizgisinden daha güçlü. 2012'de krizin yeniden derinleşmesine yönelik beklentiler, yerli ve uluslararası sermayenin ısrarla talep ettiği ve 'reform' olarak tanımladığı çalışma hayatına ilişkin radikal 'yasal-kurumsal' değişikliklerin yapılıp, uygulamaya konulmasına yol açabilir.
Bu değişikliklerin başında istihdam biçimlerinin esnekleştirilmesi ve Kıdem Tazminatı Fonu'nun kurulması geliyor. Aslında her iki düzenleme birbirine sıkı sıkıya bağlı ve sendikal örgütlenme imkanlarını ciddi ölçüde sakatlayacak mahiyete sahip.
Zaten çalışma hayatında sözkonusu iki değişiklik yapılmasa bile, sendikal örgütlenme kapasitesi sürekli daralıyor. Resmi verilerden (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Türkiye İstatistik Kurumu/TÜİK ve Türk-İş istatistikleri) yaptığımız hesaplamalara göre son 10 yıllık dönemde, her yıl ortalama 45 bin işçi sendika üyeliğini kaybetti.
Buna karşılık, yine son 10 yıllık dönemde her yıl ortalama 420 bin kişi işgücü piyasasına katılarak işçileşti. İşçileşme artarken, sendikal örgütlenme kapasitesinin daralması, sendikaları hızla itibarsızlaştıran en önemli dinamiklerdin birisi oldu.
Sendikal bürokrasi, bu duruma karşı esas olarak 'sözlü yakınmalar' dışında tepki vermedi. Üye sayısı toplu sözleşme yapma yetkisinin sürmesine yettiği ve aidat gelirleri, yüksek sendikacı maaş ve 'sendika hizmet tazminatları'nı karşıladığı sürece, kendi bürokratik yönetimini kısa vadede güvence altında gördü.
Fakat üye kaybının hızlanarak sürmesi sendikaların fiziki varlığı tehlike sınırını aşmış bulunuyor. Son 10 yılda sendikalı işçi sayısında 460 bin kayıp oldu ve sendikalı işçi sayısı 550 bine geriledi. Bu kaybın 420 bini Türk-İş üyesi sendikalara ait.
Sendikaların bu örgütlenme düzeyinin kontrol edilemez biçimde hızla erozyona uğramasının yarattığı tehlike Türk-İş kongresine de yansıdı.
Sağ sendika bürokrasisi, sorunun uzlaşma ile çözülmesinden yana ve bunun için hükümetle iyi geçinerek sendikalar kanundaki değişikliklerin yapılmasını, böylece örgütlenme önündeki engellerin kaldırılmasını istiyor.
Kendisini 'Sendikal Güç Birliği' olarak tanımlayan sol sendika bürokrasisini temsil eden eğilim ise, daha hızlı hareket edilmesinden yana. Hükümetin sendikalar kanunundaki değişiklik taleplerini sürüncemede bırakacağını düşünüyor.
Ayrıca, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının sendikalarda kendisine yakın yönetimleri destek sunmasını da kendi iktidarı için tehdit görüyor. Asıl amacı işçi tabanını harekete geçirmeden ve böylece kendi bürokratik yönetimini tehlikeye düşürmeden üye kaybının önüne geçmek.
Türk-İş Kongresi sürecinde geniş bir kamuoyu oluşturulma çabasının temel nedeni de bu. Türk-İş'in merkezi yönetimindeki koltukların, daha geniş ve daha etkili bir kamuoyunun oluşturulmasında çok etkili olacağını umdular.
1992 'Değişim Grubu' tecrübesi
Ama işçi tabanının enerjik bir desteğini almadan bu mümkün olamazdı. Yalnızca Türk-İş'te değil sendikaların çoğunda, bürokrasinin değişimini işçi tabanın kitlesel desteği sağlanmadan, diplomasi ve bürokratik kulislerle sağlamak çok güç olmuştur.
Bu konuda en iyi örnek, Türk-İş'in 1992 Aralık Kongresi. Tıpkı Türk-İş, 2011 kongresinde oluşturulan 'Sendikal Güç Birliği' gibi, 1992 kongresinde de Türk-İş'in 'sol bürokrasisi' bir araya gelmiş ve kendisini 'Değişim Grubu' olarak ilan etmişti.
Basın bu 'sol bürokrasi'nin tumturaklı sözlerine ilgi gösteriyor, sol siyaset çevreleri ve 'aydınlar' destekliyordu.
'Değişim Grubu', aynen, bu kongredeki 'Sendikal Güç Birliği' Grubu gibi Türk-İş yönetimini sessiz kalmakla, eylemsizlikle suçluyordu. Ve belirtelim ki bugünkü muhalif gruptan çok daha ileri talepler (bu taleplere başka bir yazıda yer vermeyi umuyoruz) ileri sürüyordu.
'Sendikal Güç Birliği' yöneticileri de uzlaştı
Hiç kuşkusuz Değişim Grubu arkasına 'Bahar Eylemleri' olarak bilinen '1991 kamu işletmeleri genel grevleri'nin rüzgârını almıştı.
Güçlü emekçi rüzgârı, grubu Türk-İş Yönetimine taşıdı. Kendi isteği olmadan seçimi kaybetmez denilen sağ bürokrasi hezimete uğrayarak, koltuklarını kaybederken, Bayram Meral önderliğindeki sol sendika bürokrasisi Türk-İş'in koltuklarına yerleşti.
Fakat çalışma hayatına yönelen en büyük saldırılar (1994 5 Nisan Kararları, 2001 Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, en önemli kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, emek sürecinde taşeron sisteminin yerleşmesi) tam da bu bürokrasi Türk-İş'i yönetirken gerçekleşti.
Bu konu yeniden incelenmeyi hakediyor. Biz burada bu 'sol bürokrasi'nin uzlaşmacı, iki yüzlü, kurnaz politikalara sahip 'usta yönetimi' olmaksızın işçi sınıfının 1960'lardan beri yükselişe geçerek biriktirdiği, ikramiye, çalışma mola süreleri, kadrolu çalışma, eşit işe eşit ücret, geçici çalışmanın minimum olması vb gibi kazanımların bu dönemde ağır darbe almasının mümkün olamayacağını ve mevcut 'Sendikal Güç Birliği' yöneticilerinin çoğunun, bu süreçten birinci derecede sorumlu olduklarını belirtelim.
Şöyle ki, işçi sınıfına 'yeni ufuklar' sunan bu 'Sendikal Güç Birliği' yöneticilerinin önde gelenlerinin hemen hepsi, bu süreçte kendi sendikalarının genel merkez ya da şube başkanı idiler. Yani bizatihi bu uzlaşma sürecinde yer aldılar.
Bu 'sol bürokrasi' 2003 kongresinde yönetimi sağ bürokrasiye teslim edip, Bayram Meral'i milletvekili olarak Meclis'e yollarken, Türk-İş, toplam 420 bin sendikalı işçi üyesini yitirmiş bulunuyordu.
İşçi demokrasisi sendikaları değiştirecek
Hiç kuşkusuz sosyal süreçler matematik ve istatistikle açıklanamaz, ama son 10 yılın temel eğilimi olan, her yıl ortalama 45 bin işçinin sendikasız hale gelmesi önümüzdeki dört yılda da devam ederse, Türk-İş'in 470 bin olan mevcut üye sayısı 290 bine gerileyecek demektir.
Bu durum sağ veya sol sendika bürokrasisinin iflasının ilanıdır aynı zamanda. Türk-İş Kongresi'nde bu sendikasızlaşma eğiliminin durdurulması konusunda bırakalım bir programı, ciddi öneri gündeme gelmedi. Türk-İş'i kurtarma iddiası ile ortaya çıkan sol bürokrasinin iddiası da zihniyetin değil, bürokratların değişiminden ibarettir.
Krizin derinleşme eğilimi, çalışma hayatının sorunlarının ağırlaşması, siyasal demokrasinin kısıtlanması güçlü, enerjik, etkili bir sendikacılık hareketine olan ihtiyacımızı şiddetle artırıyor.
şçi sınıfının gerçek öncülerinin liderlik yaptığı bir Türk-İş'in, Kürt sorunu başta olmak üzere, demokratikleşme, özgürlükler ve hatta yeni anayasa sürecinde kritik işlevinin olacağı bariz bir gerçeklik.
Yeni sendikalara değil yeni bir Türk-İş'e ihtiyaç var. Ama bunun ilk adımı sendika bürokrasisinin, işçi sınıfının sırtından atılması. Bu yapılmadan sendikalarda gerçek bir 'işçi demokrasisi'nin tesis edilmesi mümkün değil.
İşe tepeden, Türk-İş'ten değil, tabandan başlamak, her sendika temsilciliğinde, her şubede ve nihayet sendika merkezlerinde sendika bürokrasisine karşı 'işçi demokrasisi'ni örgütlemek, yapısal dönüşümün en temel ve vazgeçilmez adımı gibi görünüyor. (EB/BA)