Türk edebiyatında, cumhuriyet tarihinde iki büyük kalkışma, iki de büyük kıyım vardır. 1929'da Nazım Hikmet, 1934'te Sabahattin Ali kalkışması; 1938'de Nazım Hikmet, 1948'de de Sabahattin Ali kıyımıdır bunlar. Nâzım'a "anadilinde yasak" cezası verdiler. Sabahattin Ali'yi ise, önce ülkesinde yaşamayı burnundan getirerek, kaçarken de sınırda hunharca öldürerek susturdular.
Yapıtları da susturuldu sanmışlardı. Nazım 1963'te, Sabahattin Ali 1964'te gömüldüğü sessizlikten çıkabildi. Yapıtları bugün, sanki ölümsüz yaratılmışcasına canlılıklarını sürdürüyorlar.
Kimler mi verdi bu cezayı onlara? Kimse değil aslında. Fail, soyut bir kavram, soyut bir kuvvet. Yüzyıllardır süregelen, Cumhuriyet'te başka bir biçime bürünmüş "ceberrut devlet" geleneğidir fail. Sakın soyut bir kavramı fail sayarak sorumluluktan kaçtığımız sanılmasın. Hemen adlarını verebiliriz.
O failler bugün de varlar, bazen daha açık, bazen daha sinsiler. Dün bu kişiler, Nâzım'ı mahkum eden 141-142'yi baş tacı edenlerdi. Sabahattin Ali'yi "milli hisleri tahrik olduğu için" öldürdüğünü söyleyen katili koruyanlar, savunanlardı. O katili birkaç yıl yatırıp daha sonra istihbarat görevlisi olarak kadroya bile aldılar. Hepsi de bugünküler gibi tanıdık geliyor değil mi? 301 ve benzeri maddeleri savunanlar, katilleriyle övünen devlet görevlileri...
Nazım Hikmet ile Sabahattin Ali'nin yalnızca bu ceberrut devlete muhalif olduğu için cezalandırıldıklarını söylemek yetmez. Kıyıma uğrama nedenlerinin edebi eylemleri olması da bu ülkeye özgü bir gerçektir. Halk edebiyatçısını gerçeğin kuvvetli bir temsilcisi olarak görevlendirmese de, şair ve yazar gönlündeki bu görevle doğmuştur.
Yunus 'tan Pir Sultan 'a, Nef'î 'den Ziya Paşa 'ya, Tevfik Fikret 'ten Nâzım Hikmet'e, Orhan Kemal 'den Fakir Baykurt 'a, Ahmet Arif 'ten Yaşar Kemal 'e, Suat Derviş 'ten Leyla Erbil 'e; şiirlerinin ve anlatılarının varlığını belirleyen toplumsal gerçeklik ve bu gerçeklikte yaşanan bireysel dramlardı. Yapıtları, sordukça daha çok canlanan, zaman tanıklarıdır.
Her değişim döneminde, yönetenlerce yeni bir söylem üretiminin makinesi gözüyle bakılır edebiyata. Cumhuriyet'in "Yeni Osmanlıcılık" kalıntısı, epeyce Batıdan taklit "milli edebiyat"ı, tıpkı halka sormadan yapılan yasal değişimlerin buyruğu gibi gelmişti. Milli edebiyatçı da yenilikten fakir, canlılıktan yoksun, varolanı da kurutan bir kibirle girdi edebi ortama.
Ama çok geçmedi, Cumhuriyet'in ilanından yedi yıl sonra Türkçe'de yepyeni bir cumhuriyet belirdi. Ülkenin ve dünyanın o güne dek yaratılmış bütün şiirsel seslerini yepyeni bir yapıda ahenkle buluşturarak geldi bu cumhuriyet. İlansız, gürültüsüz geldi. 835 satırdı şiirin hepsi. O yıl Nâzım Hikmet'in Türkiye'de ilk kitabı 835 Satır yayımlanmış, o güne kadarki edebi taşlar, değerler, konumlar yerinden oynamıştı. Bu şiirler, o güne kadar Türkçe'de duyulmamış bir ses veriyor, kararlı söz gücü ile gür sesin ahenginden büyük, zengin, senfonik bir müzik yükseliyordu. Bir özgürlük alanıydı şiirdeki bu atmosfer, hem de cömert bir özgürlük alanı.
Bu yargının ilk sahibi Nâzım Hikmet yanlıları değildir. Kendi şiiriyle bu yeni şiire karşı olan, Fransız sembolizminden bir aşı alarak şiirine yeni ses ve tat kazandırmış büyük bir şairin, o günlerde şiirin iki büyük ustasından biri sayılan Ahmet Haşim 'indi tespit:
"Bu vezin bildiğimiz vezinlerden değil, bu lisan şiirin bizde bugüne kadar kullandığı lisana benzemiyor. (...) Nâzım Hikmet Bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir. Bu şiirin eskisine nazaran rüçhanı (üstünlüğü) muhakkak. Eskiden şiir bir tek düdükle söylenirdi. Nâzım Hikmet Bey bir tek alet yerine koca bir orkestra takımı vücuda getirmiş. Fakat bu zengin orkestra, yalnız marş nevinden birtakım heyecanlı havalar çalıyor." (Aktaran Memed Fuat, Nâzım Hikmet Üzerine Yazılar, Adam Y. İst. 2001, sf. 109).
Haşim'in deyimiyle bu yeni orkestradan yankılanan ses, toplumsal ve politik yaşamı öylesine derin bir yerden sarstı ki, iktidarda yarattığı korku yüzünden, şairin bir gün bile polissiz ya da hapissiz bir yaşamı olmadı bir daha. İlk başta şiirine yönelik bir sansür yoktu. Ona yapılanlar üzerinden istedikleri toplumsal korkuyu elde etmişlerdi. Şiirleri büyük bir gizliliğe çekildi. Selim İleri, o yıllarda bile değil, 1960'larda, Galatasaray Lisesi'nde, Nazım Hikmet okuduğu için bir öğrencinin okuldan atılışına ve bu öğrenciyi ihbar eden bir başka öğrencinin törenle ödüllendirilişine tanık olmuştu. Düzmece politik davalarla fiilen sansürlenen şair, 1938'de girdiği hapishaneden 1951'de ölmek üzereyken çıkabildi ve çok sevdiği ülkesinden ölümden kaçarcasına kaçmaktan başka yol bulamadı. Bütün dünyanın dillerinde yankılandı orkestrasının sesi. Ülkesinde ise başka bir biçimde devam etti bu ses. 1951'e kadar, Türkiye'de hapishaneden sürdürdüğü edebi çalışmalar çevresindeki üç beş genç ile bir okula dönüşmüştü.
Nâzım'ın edebi okulunun yazarları, ironik bir biçimde, esas olarak öykü ve romanda belirdi. Eserleriyle övündüğü üç öğrencisi de şiir dışındandır. Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Sabahattin Ali. Nâzım mahpushaneden Sabahattin Ali'ye yazdığı bir mektupta okulunun durumuna dair şunları diyecektir:
"Hikaye ve romanda bugün sen varsın, senden sonra Kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var, Suat Derviş var. Kemal Tahir ile Orhan Kemal; biri daha ilerde, biri henüz civciv, fakat dehşetli vaatlerle dolu bir civciv, biri yazdıklarını neşretmek imkansızlığı içinde, ötekisinde bu imkân henüz belirmemiş, Suat Derviş'e gelince galiba artık yazmıyor, velhasıl büyük Türk hikaye ve romanının tek bayrağı bilfiil sensin!" (F. A. Laslo- A. Özkırımlı, Sabahattin Ali, sf. 187. Cem y. 1979).
Acıyla bilindiği gibi, hiçbir toplumsal ve edebi iyilik cezasız kalmaz bu ülkenin devlet geleneğinde. Kemal Tahir, 12 yıl o damdan ötekine yata yata; Orhan Kemal, açlıkla savaşarak, santim sütun yaza yaza ödedi bedeli. Sabahattin Ali canıyla...
* * *
Sabahattin Ali 1930'da Resimli Ay dergisine gidip Nâzım ile tanıştığı günden sonra onun edebi yoluna girmişti. Öncesinde de öyküleri vardı. Bazılarını Nihal Atsız'ın Adsız Mecmua'sında yayımlamış, o çevrede bir kimlik edinmişti. (Bu çevreyi "İçimizdeki Şeytan" romanında irdeleyecekti daha sonra.)
Avrupa'ya sınavla seçilip gönderilen 15 öğrenciden biriydi. Almanya'da sol düşünceyle tanışmış, o yılların ideallerini bilincinde ve ruhunda içselleştirmişti. Almanya'daki edebiyat eğitimi sırasında Alman edebiyatını asıl dilinden, Avrupa, ve Rus edebiyatını tutkulu bir okur oluşundan, geleneksel Türk edebiyatınıysa hazla bağlandığı ana dilinden biliyordu; sağlam bir birikimle döndü.
Başlangıç öyküleri, tutkuyla yaşayan gözüpek kahramanlarının trajik sertlikte romantik serüvenleriydi. (Değirmen, Bir Cinayetin Sebebi, Viyolonsel vb.). Sonrasında büyük bir edebi açılımın öncü yazarı oldu.
Öncesinde Ömer Seyfettin 'de olgunlaşan yapısal sağlamlık Sabahattin Ali'nin öykülerinde kusursuzluğa ulaştığı gibi, toplumsal temalar o güne kadar yazılmayan zihinsel bir yetkinlikle ve estetik bir üstünlükle işlenmekteydi. Aslında son derece yalın bilinci, açık bir anlayışı vardı: Öncelikle, modern uygarlığın vaat ettiği bütün toplusal ve bireysel değerleri Anadolu halkının da hakkı olarak görmüş olağan bir aydındı. Başka deyişle, "köylü milletin efendisidir" sözünü yapay bulacak kadar açık sözlü bir cumhuriyetçi, klasik bir aydınlanmacıydı.
Ama bütün aydınlanmacı temel ideallerin burjuvazinin gericileşmesiyle yeni bir sınıfın, işçi sınıfının kuracağı dünya özlemi içinde tanımlandığı 19.yy ortalarından bu yana her tutarlı aydınlanmacı gibi sosyalizme yönelmişti. Aydınlanmacı bilinçle anlattığı yaşam, öncelikle akılcı bir zihin eleğinden geçiyordu. Çoğu öyküsünde işlediği sorun çözümlense hikaye hükmünden düşecekti. Bu sorunlar, ahdetse iktidarın kolayca çözeceği, çözerse kendisine değer katacağı sorunlardı aslında.
Sabahattin Ali, daha dipte bir epistemolojik gerçeği dillendirmeyi de üstlenmişti. Birey-toplum, yurttaş-devlet, kır-kent, işçi-patron, kadın-erkek karşıtlıklarına bakışı akılcılıktan öte bir tarih ve toplum bilincini öngörüyordu. Yazısına içkin olan bu bilinç, didaktik değil, anlatıda erimiş organik bir bilinçti. Romanın, öykünün doğuş nedeni olan "gerçeklik" kavramı ile organik bağını asla ihlal etmedi. Nâzım'ın seçimiyle yayımladığı ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi", o yıllarda bir köy ormanının özelleştirilmesine karşı direnen köylülerin öyküsüdür. Doğa, köylüler ve toplumsal gerçek, adeta bir haberci şeffaflığıyla yansıtılır. Beri yandan, doğa ile insanın et-tırnak gibi kaynaşmışlığının anlatımı, lirizmin eşsiz bir temsilini verir.
Dilinin yapısına içkinleşmiş bir lirizmin yanı sıra bulantısız bir görüş arzuladı. Bunun için gündelik hayattan sahneler, bilinen yaşamdan kahramanlar seçti. Bireysel sanılanın toplumsal yüzünü, toplumsalın içinde bireyin iradesini yansıttı.
Peki, bunlar ilk kez mi yazılıyordu? Sabahattin Ali'nin toplumsal konuları seçmiş olması, Türk edebiyatında bir ilk değildi kuşkusuz. Türk edebiyatçısı başından beri, gelenekselinden modernine, hakikatin edebi temsiline tutkuyla bağlanmıştı, bedeline aldırmaksızın inanarak yaşamıştı bu yolu. Örneğin, Sabahattin Ali'nin öncesinde "sanat şahsi ve muhteremdir" diyen Fecr-i Ati topluluğu üyesi Refik Halit Karay gün gelip eleştirel gerçekçi öykülerini yazdığında, cumhuriyetin halka yönelik akdini de kendiliğinden, haliyle sorguluyordu. Anadolu gerçeği ile yüz yüze gelmesi, yazarın 1913'te Sinop'a, Çorum'a, Ankara'ya sürülmesi vesilesiyledir.
Sabahattin Ali'nin konumu, bir aydın birey olarak Anadolu'nun gerçeğinin içinde olmasıydı. Bu konumunu ısrarlı bir poetikle, estetik bir yetkinlikle ve tutarlı bir bilinçle işlemişti. Georg Lukács 'ın önemsediği Fransız ve Alman yazarları gibi bir edebi çizgiydi onun çizgisi. Ama daha sonra yakıştırıldığı gibi eleştirel gerçekçiliği ile toplumcu gerçekçiliği arasında kesin bir ayrım yoktu. Sınırda, ama yazara daha geniş bir özgürlük alanı vadeden bir sınırda yazıyordu. Anlatıcı, yazdığı gerçeğe tanık bir aydındı çok kez. Türkiye gerçeği neyse onun alımlanması için şeffaf bir anlatıcı olarak konumladı kendini; kimi zaman da acı çeken mutsuz bir bilinçle gerçekliği gözlemleyen bireydi.
Yaşamı ile yapıtları, tutumu ile anlatımı arasındaki mesafeyi açmadan, olabildiğince iç içe kuruyordu. Yalnızca bir izlenimci değil belirleyici olmaya; bir betimleyici değil yalnızca, çözümleyici de olmaya ceht ederek yazıyordu. Modern klasiklerde ilke olduğu gibi her sözcüğünün, her nesnesinin anlatıda yer almasının adeta hesabını veren sağlam bir tutarlılığı vardı. Tesadüflerle değil, sıkıca tasarlanmış bir kusursuzluk isteğiyle kurdu metnini. Başlangıç romantizminin izleri devam etse de gerçekçiliğe düşkünlüğü edebiyatının en belirgin özellikleri olarak belirdi.
Israrla işlediği ama üzerinde pek durulmayan bir yazın konusunu vurgulamak gerekiyor. Sabahattin Ali kadınlardan yana bir edebiyatı özellikle gözetmiş, yazdığı yılların gerçeği içinde toplumsal sömürüde en alt kesim olarak kadınları görmüş ve bunu birçok öyküsüne konu etmiştir. Erkeğin hiç sorgulanmayan kendiliğinden egemenliğine eleştirel bakışı ve geleneksel toplumsal cinsiyet ahlakını sorun etmesi, o yıllardaki edebiyatta yeni bir bakıştır. Yeni Dünya ve Sırça Köşk 'teki öykülerin çoğu bu anlayışa örnektir ve onun ileri bilincinin temsilidir.
Yakın bir arkadaşının betimlemesiyle, "ak saçlı, altın gözlüklü, iyi giyimli bir efendi kılığına girmiş bir çocuk insan"dı (Niyazi Berkes). Bir saflığın, zekanın, iyi kalpliliğin cisimleşmiş hali olarak yaşamıştı. Bağlanmıştı ama komünist ütopyaya gönülden bir bağlanıştı bu. O, hiçbir gizliliği taşıyamayacak kadar şeffaf bir insandı, bu haliyle taşıdı düşüncelerini. En bayağı faşist ortamda, hapislikle serbestlik arasında mahkemelerde gidip gelirken ya da içeri girip çıkarken yazdı öykü ve romanlarını. Gerçeğin, bilimsel düşüncenin galip geleceği inancının saf duygusunu yaşadı.
Sabahattin Ali'nin öykülerinde ve romanlarında kendine benzer kahramanlar vardır. Birinde bir köy öğretmenidir. "Asfalt Yol"da, köylülere yol hakkının yurttaşların anayasal bir hakkı olduğunu bildirir. "Anayasal hak" kavramını köylüden duyan bürokratlar, bu köye dışsal bilincin farkına varırlar. Köye bu yolu yaparlar ama göstermeliktir bu iş; çok geçmeden yol çöker, eskisinden beter olur yol. Köylüler, eski yolu da kaybetmiş, devletin gözünden düşmüş, "anayasal hak" neymiş, öğrenmişlerdir. Köylüler sonunda birleşirler; onlara "anayasal hak" fikrini veren öğretmenden, başına bir şey gelmeden köyden gitmesini isterler. Öğretmenin diliyle anlatsa da, yazarın kahramanı ile köylülerin daha da dışında bir yerde olduğunu hisseder okur. Araya girmez ama gerçeği betimlemesiyle anlatı sorununun kendini oluşturmasına olanak tanıyan bir yazıcının varlığı hissedilir. Bilincinin kederini de üstlenmiş bir aydın olmak, doğru yaşamanın kaçınılmaz koşulu olarak benimsenmiştir. Bu yönüyle sosyalist edebiyata daha yakındır ama onun bir temsilcisi değildir. Ona göre, yazarın amaçladığı bir bildiri varsa, bunu içtenliği, gerçeğe ve gerçeğin edebi diline sadakati ve titizliği ile iletebilecektir ancak. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali için, "Türk edebiyatının ilk inkılâpçı-gerçekçi hikayecisi ve romancısıdır" diyordu. Nurullah Ataç 1934'te ilk kitabı için şunu yazmıştı: "Sabahattin Ali anlattığı hikayelerle bizi inandırıyor."
Yazarı o denli içtenlikli, gerçeği o denli inatçı ki, yapıtları bugün de inandırmaya devam ediyor. (MT/EÜ)