Geçen hafta AKP’li milletvekillerinden biri kamuda türban tartışmasına ilişkin şuna benzer bir yorum yaptı: “Bir hakimin kadın ya da erkek oluşu türbanlı ya da türbansız oluşundan daha belirgin bir farka işaret ediyorken, nasıl ‘türbanlı hakim tarafsız davranamaz’, diye bir eleştiri getirirsiniz... Sonuçta kadın hakimin erkekleri suçlu bulmaya meyilli olacağı aşikar değil mi? Ülkemizde kadınlar da erkekler de hakim olabiliyorsa; türbanlıların da hakimlik yapma hakkı olmalıdır.”
Bu bakış açısına eleştirimiz:
Kamu görevleri, bireylerin kendi inançlarını ifşa edecekleri meslekler değil; aksine bireyselliklerini arka planda bırakıp görevlerine odaklanmak durumunda oldukları meslek alanlarıdır. Bu bağlamda, bireysel tercihlerin meslek ihlaline yol açabileceği kamu hizmetlerinde görev yapanların özgürlüklerinin sınırlandırılma gerekçesi; hizmet alanlarını korumaktır. Konuyla ilgili örnekler verelim:
- Türbanlı öğretmenin inançsız öğrenciye kanaat notu kullanırkenki güvenilmezliği.
- Türbanlı doktorun erkek hastaları reddetmesi.
- Türbanlı akademisyenin bilimsel teorilere bakışında dogmatizmden uzak durmasının güçlüğü.
Türbanlı olup olmamak bir tercihtir. Bu sebeple, kadın hakimlerin hemcinslerine karşı yanlı davranacağına dair mesleki şüphe, türbanlı hakimin yanlılığına ilişkin mesleki şüphenin yanında geçersizdir. Çünkü, hakimlik mesleğini seçmiş olmasına karşın bireysel inanç ve tercihlerini çalışma ortamına taşımakta ısrar eden "türbanlı hakimin tarafsızlığı" son derece şüpheliyken; bir kişinin hem kadın hem de hakim olması onun mesleki nesnelliği bakımından doğrudan bir şüphe teşkil etmez.
Türbanlı bir kadın nasıl olur da; hem mesleği için inancından taviz veremeyecek kadar Müslüman, hem de mesleki akde uymaya yemin etmiş objektif bir hukuk insanı olabilir? Örneğin, eşcinselliğin birçok kişi tarafından İslam’a aykırı kabul edildiğini biliyoruz. Herhangi bir suçtan yargılanan eşcinsel zanlıyla, türbanlı hakimi düşünelim. İslam eşcinselliği tanımadığı için, zanlı İslam’ın temsilcisi olarak türbanıyla mahkeme salonunda bulunan hakimin karşısında mağdur edilmiş olmaz mı? Söz konusu dini tercih, birçok durumda, kamu görevlerinin mesleki akitleriyle uyuşmazlık teşkil eder.
Şu apaçıktır ki; mesleklerinin gereğini inançlarının gereğine tercih edenler zaten tarafsızlıklarını beyan etmiş olurlar. Öte yandan, mesleki akit gereği inançlarına dair kısıtlamalardan kendi ifadelerince "mağdur" olmak istemeyip, o mesleği reddedenler de inançlarından yana tavizsizliklerini beyan etmiş olurlar ki; bu da kanımca hem var hem de yok olmayı istemekten çok daha esaslı bir davranıştır.
Hem var hem de yok olmayı istemek
Yukarıdaki örneklerden anlaşıldığı üzere bir insanın dini inancına bağlılığı gereği, iş yaşantısında dahi inancının öngördüğü biçimde giyinmeyi istemesi; ancak seçtiği mesleğinse kendisini inancına aykırı düşen kararlar aldırmaya yöneltecek nitelikte olması bir sorunsal oluşturur. Hem var hem de yok olmayı istemek işte tam da böyle bir durumdur.
Fakat, gerçekte insanlar ya inançlarından feragat etme ya da mesleklerini ihlal etme yoluna gideceklerdir. Yani, ya inançları metamorfoza uğrar ya da içten pazarlıklı kamu görevlilerine dönüşürler. Bu da ancak inanılan din ve değer sistemlerinin bir anlamda içeriksizleş(tiril)mesiyle mümkündür: Başka bir deyişle, postmodern varoluş patikaları inşa etmekle...
Ya erkekler?
Peki ya sırf erkek olmaları sayesinde neye inandıklarını belli etmek zorunda kalmayan Müslümanların kamu görevlerindeki tarafsızlıklarına dair şüpheler? Bu noktada, kadınları erkeklerden ayıran ve sırf bu sebepten bile olsa eşitlik ve özgürlük kavramlarıyla örtüşmeyen İslami buyrukları, özgürlüklerini yaşayabilmek talebiyle kamusal alana ısrarla davet edenleri arzuları ve arzu nesneleri arasındaki örtüşmezliği düşünmeye davet ediyorum (Arzuları: Özgür olmak. Arzu nesneleri: Türban takabilmek.) Peki hükumetin tavrındaki sözde özgürlükçülüğün ardındaki gerçek muharrik nedir?
Ya özgürlük?
Özgürlük sadece Müslüman kadınların türban takabilmelerine hizmet ettirilebilecek bir kavram mıdır? Aksi takdirde, özgürlükler adına anayasal değişiklikler yapan hükümetin her şeyden önce insanları hukuki yolla mağdur eden düşünce özgürlüksüzlüğüne karşı tavır alması gerekmez mi? Örneğin, eşcinsellerin anayasal haklarının kabulüne dair gerekli düzenlemeleri talep ettikleri mektuba cevaben “Bunlar 4. kuşak özgürlüklerdir... Toplum hazır değildir; ancak 22. yy’da” gibi açıklamalarda bulunup; yani eşcinsellik gibi bir varoluş özgürlüğünü gözardı edip, sonra nasıl olur da –aslında bir kılık kıyafet meselesi olan- türban sorununu hızlıca anayasal bir değişiklikle sonlandırılacak kadar ciddi bir özgürlük sorunu olarak algılarlar?
Hükümet tüm ifadelerinde sürekli demokrasiden, halkın oylarıyla seçildiklerinden bahsedip bu tür oy almışlık söylemlerinden güç almaya; yani her yaptığını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu sözde demokratların demokrasi algısına inanırsak; demokrasi çoğunluğun ezici gücü müdür?
İfade özgürlüğünün önü açılırsa...
Belki de düşünce ve ifade özgürlüğünün önünü açmak bütün bu sorunları kendiliğinden çözecektir. Yoksa öz/söz ikiliğinin günümüzde olduğu gibi, bazı insanlara sağladığı saman altından yaşama modellerine razı olmak yine aynı insanların çıkarları için daha mı yararlıdır? Öyle ya, düşünce özgürlüğü çoğunluğun ezici gücüyle farklılıkları yontmak ve söküp atmak isteyen zihniyetlerin emellerine aykırı düşmektedir. Çünkü, onlar sadece kendileri gibi düşünenlere özgürlük vermek istiyorlar. Başka bir ifadeyle, dünyanın çoğu ülkesinde olduğu gibi demokrasiyi tersinden anlıyorlar.
Demokrasinin gerçek anlamına dönecek olursak; aslında zaten hiç olmamış bir şeyden bahsettiğimizi söyleyebiliriz. Yani düşünmenin ve ifade etmenin özgürce gerçekleşebildiği bir ortamda; tüm fikirlerin temsil edildiği meclislerde, bazı zümrelerin çıkarları adına değil; gökkuşağının altından geçen tüm insanların hak ve özgürlüklerinin korunması için çalışan siyasetçilerin olduğu ülkelerden. Bu bağlamda, Türkiye’de yaşanması gereken düşünsel deprem türban-laiklik sarsıntısı değil; statükocu devlete karşı özgürlükçü demokrasi aydınlanmasıdır! (OA/TK)