Bir ülke düşününüz...
Gündemi her gün değişen, her gün yepyeni birtakım “fikirlerle” ortaya çıkanların olduğu, kontrgerillanın ayyuka çıktığı, aydınlarını yiyen, ayda 400 YTL maaşla ve sigortasız çalıştırılan işçilerin göz göre göre gelen patlamalarda can verdiği, her yaz hemen her ilinde yüzlerce havai fişek gösterisi yapılmasına karşın yalnızca bir tek ruhsatlı havai fişek fabrikası bulunan, “özgürlük” samimiyetsizliği altında kadınların tecrit edildiği, herkes türbana bakarken jet hızıyla emekçilerin haklarını gasp eden yasaların yürürlüğe geçirildiği, yoksulluk içindeki halkın sorunlarına asla çözüm getirilmeyen, bazı çevrelerin ve birtakım çetelerin her gün darbe çığırtkanlığı yaptığı, ırkçı-şoven lümpenlerin sokaklarda cirit attığı, kendi askerlerini operasyona yollayan ama “yurtdışına firar” gerekçesiyle trajikomik davalarda yargılayan, resmi ideoloji dışı söz söyleyenlerin her gün tehdit edildiği...
İşçileri öldüren patlama ne kadar gündemde kalabilirdi ki?
Ocak ayının son gününde İstanbul’da bir patlama oldu. 23 kişinin öldüğü, 120 yaralı olduğu açıklandı. Ruhsatsız bir havai fişek imalathanesinde meydana gelmişti.
Ölenlerin çoğu ayda 400 YTL maaşla, sigortasız çalıştırılıyorlardı. Her gün işe yürüyerek gidip geliyorlardı, bir kısmı bu nedenle bronşit olmuştu. Ama olsundu, “vatan sağ olsundu”...
Vatan sağ olsundu, çünkü, “güçlü” devletimizin gündeminde “bu ölüler nedir ki”ydi. Son birkaç gündür gündem yalnızca türbanla kaplanmıştı. Ergenekon soruşturması, yeni Anayasa tartışmaları, 301. madde gibi tartışmaların bile bir anda gündemden düşebildiği bir yerde bir patlama ne kadar gündemde kalabilirdi ki!
MHP ve türban paketi
Başbakan yurtdışındayken basmıştı “türbanın düğmesi”ne. Fırsatı kaçırmayan MHP heyecanla paket hazırlamaya başladı. Bu kez hazırlanan paket 1980 öncesinin paketleri gibi değildi. Bu pakette sadece “yasal işler” vardı. Türban konusunda inisiyatifi ele alabilmek çok zor olmadı MHP için. Hazırlanan paketler görüşüldü, konuşuldu, tartışıldı... Ve çözüm artık ortadaydı; Anayasa değişikliği ve birtakım yasalarda değişiklikler...
Dört bir yandan türban konusunda farklı açıklamalar geliyordu. Kimileri yapılacak düzenlemelere destek veriyor, kimileri bir rejim tehdidinden, oluşacak kaostan söz ediyordu. Peki acaba MHP salt bu “sorun” ortadan kalksın diye, üniversitelerde bir “özgürlük” havası essin diye mi girmişti bu işe? Türkiye’nin demokratikleşmesi MHP için bu kadar önemli miydi hakikaten? Kürt sorunu, 301. madde, sendikal haklar gibi konularda asla demokratikleşmeden yana tavır almayan MHP (ve elbette ki AKP) neden bu kez “demokrasi havarisi” kesilmişti? Gerçekten demokratlaşmaya mı başlıyorlardı?
Ergenekon
Durumun pek de öyle olmadığı kanısındayız. Çünkü Ergenekon’daki işlerin devlet içindeki “derin bağlantılara” ve dolayısıyla da MHP’ye ve uzantılarına uzanması durumu söz konusuyken gündemin acilen başka bir şeyle doldurulması gerekmekteydi.
Ergenekon operasyonu diye bilinen, Ümraniye’de bulunan bombalarla başlatılmış soruşturma kapsamında tarihi şeyler yaşanmaktaydı “ulu devletimizin” topraklarında.
Ardı ardına tutuklamalar başlatıldı. Bu güne kadar “dokunulamayan” birçok “tanıdık”a dokunulmuştu.
Hrant Dink cinayetinden Trabzon’da Rahip Andrea Santoro'nun öldürülmesine, Danıştay baskınından, Cumhuriyet gazetesine atılan bombalara, Malatya katliamına kadar pek çok eylemden sorumlu tutuluyorlardı.
Doğan Öz'ün raporu
30 yıl öncesinin yürekli savcısı Doğan Öz şöyle diyordu dönemin Başbakanına sunduğu raporunda:
"Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.” (Ergenekon Belgeseli, Can Dündar)
İbrahim Çiftçi'nin beraatı
Fakat Doğan Öz, raporunda bahsettiği karmaşık bağlantıların hedefi haline geldi. Başbakan’a yolladığı raporu yazdıktan iki ay sonra, 24 Mart 1978 tarihinde, üstüne gittiği çetenin silahlı saldırısıyla öldürüldü. Öz’ün katili İbrahim Çiftçi yakalandı fakat yıllarca süren duruşmaların ardından beraat etti.
Çiftçi’yi beraat ettiren askeri mahkemenin kararı Türkiye hukuk tarihine geçecek cinstendi:
“Sanık İÇ’nin Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüştür. Ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkememizi bağlayıcı nitelikte bulunduğundan sanık İÇ’nin beraatine…” Yani mahkeme İbrahim Çiftçi’nin suçlu olduğunu kabul ediyor ama beraat veriyordu ve akla elbette Çiftçi’nin suç ortaklarının devlet içinde olduğu iddiası geliyordu. (Ergenekon Belgeseli, Can Dündar)
O günün koşullarında egemen olanlar yine kazanmışlardı; geride ölü bir savcı ve ortaya çıkarılamayan bağlantılar kalmıştı. Bugünün koşullarında ise yine egemen olanların katlettiği Hrant Dink’in ölüm yıldönümünün üzerinden daha 15 gün bile geçmemişti.
Aradan geçen zamanda, 19 Ocak haftasında gündemin en başında bulunan 301. madde ve Dink davası neredeyse unutulmuştu. Hrant Dink’in öldürülmesinde ve sonraki soruşturma ve yargılama rezaleti sürecinde yaşananları “derin olmayan” güçlerin organize edebileceğine inanan var mı bilinmez ama, öyle olmadığı artık ayan beyan ortada duruyor.
Yazının başında sözünü ettiğimiz ülkeye geri dönelim şimdi.
Dostoyevski şöyle der: “Herkes, her şeyden sorumludur…”
Nazım Hikmet'in dediği gibi “… açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak” kabahatin çoğu bizim değil de kimin?
Kapitalizmin öldürücülüğü, her daim yedeğine güçler alarak var oluyor. Yedeklediği milliyetçilik, gericilik, burjuva kültürü, “yoksullukla mücadele” safsataları, her zaman olduğundan fazla kuşatmış durumda etrafımızı.
Artık kapitalizmin ve dolayısıyla ırkçı, gerici, paramiliter örgütlenmeci bir devlet yapısının en büyük düşmanının (hele de kaoslar içinde, günden güne gündemi değişen bir ülkede) ülkenin iç dinamiklerinin itkisiyle ortaya çıkması gereken antikapitalist ve demokratik mücadele olduğu gerçeği unutulmamalı.
Acaba, yazıya şu başlığı mı koysaydık? “Ergenekon’dan Gelen Türbanlı Genç Yoksulluktan Kıvranırken Kapitalizmin Sömüre Sömüre Patlattığı Havai Fişekler.” (TK/TK)
* Taylan Koç, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim elemanı.