Artık içi doldurulmuş haliyle gördüğümüz Turan kaplanı bir kurban olarak insanla işini bitirmiş halde müzelerde tozlanırken, İsmailova mitolojik bir varlık haline gelmiş ilahi yaratığın enerjisini bize yine de hissettirmeyi başarıyor.
Kutsallık ve bilgelik sembolü, koruyucuları Turan kaplanına (Hazar kaplanı) ne olmuştu?
Ondan epey korkarlardı, ama ona duydukları hürmet ve itimat sayesinde oldum olası kendilerini emniyette hissederlerdi.
Fakat yok olması için uzun zamandır sürdürülen acımasız çaba Orta Asya'nın heyulasını dize getirdi. Amu Derya'nın kıyılarında yaşayanlar onu koruyamadı ve onunla birlikte kendileri de teslim oldu.
Yönetmenliğini kadın sinemacı Saodat İsmailova'nın yaptığı The Haunted (Zakletý) adlı meditatif eser bizi sömürgeciliğin, kültürel emperyalizmin ve amansız asimilasyonun derinliklerine götürüyor.
Avrupa'nın saygın belgesel etkinliklerinden, Doc Alliance üyesi Jihlava Uluslararası Belgesel festivalinde görücüye çıkmış olan film 23 dakikada seyirciyi büyüsü altına alıyor. Çek Cumhuriyeti'nde 24-29 Ekim tarihleri arasında düzenlenmiş olan etkinlikte Özbekistan-Norveç ortak yapımı belgesel, ödül almasa da kaybedilen çevresel ve geleneksel değerlere estetik yaklaşımı ve siyasi duruşuyla göz doldurdu.
Tektipleştirme metazorisi
Rusya'nın çarlıkla yönetildiği yıllarda başlayan ve Sovyet dönemlerinde sürdürülen bölgeye yönelik politikalar yalnız Orta Asya'nın kendine has kaplanının değil, bölge halklarından Özbekler'in asırlardan beri süregelen kültürlerini, örf ve âdetlerini de hedef almıştı.
Kutsal bir simge olarak kabul edilen Turan kaplanının son yaşayan örneği 60'ların sonlarında bugün Özbekistan'a bağlı özerk bir bölge olan Karakalpakistan'da görülmüş, kendilerini onun koruması altında hisseden halkın gerçek kimliği de bu arada fazlasıyla yıpratılmıştı.
Yabancı bir kültürün hâkimiyetinde yabancı bir dil konuşulması, kaplanla iletişimin imkânsızlaşmasına sebep olmuş, bilgeliği paylaşmak üzere oluşturulmuş bağ adeta parçalanmıştı: Bir daha dikilmemeleri için Özbekler adeta dizlerinin üstüne çöktürülmüştü.
Estetik belgesel
Yönetmen Saodat İsmailova'yı Berlinale 2014'te boy gösteren Chilla (40 Days of Silence) adlı etkileyici dramasından hatırlayanlar olacaktır. Memleketinin kaybolan değerlerine hassasiyetle yaklaşmayı sürdüren İsmailova şiirsel özellikler taşıyan son eserini hem yönetmiş, hem senaryosunu yazmış; filmin prodüktörlerinden olduğu gibi fotoğraf yönetimini ve kurgusunu da üstlenmiş. Belgesel boyunca bize eşlik eden ve gayet tanıdık gelen kelimelerle süslü metnin okuyucusunun da ta kendisi olduğunu düşünüyorum.
Filmde mühim yer tutan siyah-beyaz arşiv görüntülerinde, Orta Asya'nın açık hava çarşıları, yine açık havada kıyılan kalabalık namaz sekansları bizi adeta zaman tüneline sürüklüyor. Zarif olduğu kadar minimalist bir estetiğin üst seviyedeki örneklerinden fotoğraf tadındaki kareler insanı hipnotize edebiliyor. Tabiatın sesleri yine minimalist tınılarla birleşip seyirciyi farklı algılara, kavranması zor boyutlara taşıyor.
Geç olmadan...
Artık içi doldurulmuş haliyle gördüğümüz Turan kaplanı bir kurban olarak insanla işini bitirmiş halde müzelerde tozlanırken, İsmailova mitolojik bir varlık haline gelmiş ilahi yaratığın enerjisini bize yine de hissettirmeyi başarıyor. Belgesel boyunca nispeten karanlık sekanslarda hafiften de olsa hareket eden bir kaplanın yakın plan çekimleri ve hırıltıları tüyleri diken diken ediyor; kürkün üzerindeki desenleri deşifre edip gizli mesajları yorumlama arzusu yönetmenle birlikte bize de sahip oluyor.
Orta Asya'nın yıkıntı halindeki heybetli binaları nedense bana Ermeni başkenti Ani'nin harabelerinde hissedilen derin hüznü ve kasveti hatırlatmasına rağmen İsmailova filmin sonunda içimize ümit tohumları serpmekten de geri durmamış.
Bir zamanlar Amu Derya'nın hâkimleri olan devasa yelkenlerle donatılmış teknelerinin muhteşem görüntülerini bir toteme bağlanmış çeşit çeşit çaputun silüeti takip ediyor. Nesiller boyunca süren baskıcı rejimlere rağmen insanın içinden içgüdüsel olarak fırlayan yine köklerinin ta kendisi oluyor, sabırla bekleyip tevazuyla izlemekte fayda var! (MT/HK)
“Festivalde 'Bakur' sansürlendikten sonra sansür, adım adım her yere bulaştı”
“Gênco” ve “Veşartî” filmleriyle tanınan yönetmen Ali Kemal Çınar ile İstanbul Film Festivali'ndeki sansür tartışmaları ile Kürt ve LGBTİ+ sinemasına yönelik baskıları konuştuk.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 11-22 Nisan 2025’te 44. kez düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali, bu yıl programında önemli bir değişikliğe gitti.
Ulusal yarışmaların formatı değiştirilip belgesel yarışması tamamen kaldırılırken, kuir filmlere yer verilen klasikleşmiş “Nerdesin Aşkım?” bölümü de bu yıl festival programından çıkarıldı. Festivalin kararı, kültürel alandaki sansür mekanizmalarının derinleştiği ve kuir sinemanın sistematik olarak dışlandığı yönünde eleştirilere neden oldu.
“Gênco” ve “Veşartî” gibi filmleriyle tanıdığımız Kürt yönetmen Ali Kemal Çınar, İstanbul Film Festivali’ndeki sansür tartışmalarını değerlendirirken, Kürt ve LGBTİ+ sinemasının maruz kaldığı baskılara dikkat çekti.
Devlet sansürüyle şekillenen otosansür ortamını, Kürt sinemasının görünürlüğünü ve üretim imkânlarını daraltan yapısal sorunlarla birlikte ele alan Çınar, "bağımsız sinema" kavramının da içinin boşaldığını söyledi.
“Festival yapıcıların koku alma yetenekleri devleti bile şaşırtır düzeyde”
İstanbul Film Festivali’nin ve İKSV’nin bu yıl da sansür iddialarıyla gündeme gelmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Geçmişte Kürt yönetmenlerin yaşadığı benzer deneyimlerle nasıl bir paralellik kuruyorsunuz?
İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivaline ilk kez katıldığım yılda da sansür gündemdeydi. O yıl “Bakur” filmi sansürlenmişti. Yıl 2014’tü, aradan 11 yıl geçmiş ve hâlâ filmler üzerindeki sansürü konuşuyoruz. Maalesef daha çok konuşacağız gibi de duruyor. Bugünlerde de “Nerdesin Aşkım?” bölümünün festivalden kaldırıldığını ve sansürlendiğini görüyoruz. Sanırım her sistem kendisiyle ilgili en küçük bir tehdit veya kaygı duyduğunda en zayıf olarak düşündüğü ve vazgeçebileceği kesimi kolayca harcayabiliyor. Bu Türkiye’de iktidarın da hassasiyetleri gereği olarak ya LGBTİ+ filmleri ya da Kürt filmleri oluyor.
Kürt sineması uzun süredir hem tematik hem dilsel nedenlerle sansüre uğruyor. Sizce bu baskının temelinde devlet politikaları mı, yoksa sektörün kendi içindeki otosansür mü daha etkili?
Tabii ki sansür, öncelikle yukarıdan yani devletten gelen talep doğrultusunda şekilleniyor. O sansürün şekli açık ve net belirdikten sonra artık geri kalanı da bunun muhatabı olan kişilerce artarak uygulanıyor. CİMER gibi şikâyet hatlarının nedeni de bu. Devlet her şeyi düşünemediğini, eksik kaldığını düşündüğünü noktada halkından kendisine bunu hatırlatmasını istiyor. Bu durumda otosansür rahatlıkla devletin sansür isteklerinin yerine getirildiği bir mekanizma oldu. Festival yapıcıların koku alma yetenekleri devleti bile şaşırtır düzeyde artık. En ufak bir pürüze müsaade edilmeyecek şekilde çalıştıklarını görüyoruz. Bunu salt festival yönetimi için değil, bütün üyeleri için de düşünebiliriz. Ön jüriden tutun da ana jüri ve geri kalan her unsuru da böyle bir farkındalık içinde. Açık açık konuşmalarına da gerek kalmıyor, herkes o tedrisattan geçtiğinden göz temasıyla bile anlaşabildiklerini gördük.
“Neredeyse artık hiçbir yerde yer almamaya başladım”
Sansür sadece içeriklere değil, prodüksiyon ve dağıtım kanallarına da yansıyor. Kürt bir yönetmen olarak fon, dağıtım ve görünürlük konusunda ne gibi engellerle karşılaşıyorsunuz?
Sansür meselesi tabii ki sadece benim veya bir başkasının kişisel bir meselesi değil ve kişisel bir mesele olarak da algılamamak gerekiyor. Sansüre maruz kalan sanatçının bunu genelleştirme çabasıyla da ancak toplumsallaşabilir, sansür. Sansür uygulayıcılarını açık etmenin en doğru yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Benim de bu süreçte kendime göre çeşitli tecrübelerim oldu, tabii. Bu sadece festivallerden değil, kişilerden de gördüğüm bir muamele.Yani sinemacı arkadaşlardan, özellikle muhalif görünenlerden… İsim vermeden bu bilgiyi ortaya atıyorum, bilen biliyor. Yani alın bu bilgiyle ne yaparsanız yapın (gülüyor).
Benim ilk uzun filmim 2013 tarihlidir. Başlarda sanatsal olarak kısmen bir yerlere girebiliyordum, çok normal; filmleri seven olur sevmeyen olur, olması gereken de bu zaten. Sonrasında sansürle birlikte neredeyse artık hiçbir yerde yer almamaya başladım. Gittikçe filmlerimin görünürlüğü azalmaya başladı. Öyle ki en iyi film, en iyi proje ödüllerimin olduğunu festivallere bile giremez oldum. Bunu gülümseyerek söylüyorum, hiç dramatize edecek ciddiyetim yok bunlara karşı. Acı olan şu; filmin iyi olup olmama meselesi artık tartışma dışı. Herkesin aklına direkt sansür gelmesi bile bu dönemi anlatması açısından yeterli artık.
“‘Bakur’ sansürü fitili yaktı”
Kürt yönetmenler olarak, LGBTİ+ yönetmenlerin yaşadığı baskılarla nasıl bir dayanışma kurulabilir? Sizce bu iki alanın mücadeleleri nasıl kesişebilir?
Dayanışmadan başka bir seçeneğimiz yok. Bir Kürt sinemacı ve birey olarak bu ülkede yanında duracağım kesim LGBTİ+ hareketi olur ancak. Gerçekten muhalefet diye sunulan kesimin sadece kendi imtiyazını kaybetmekten dolayı muhalefet yaptığını; ama aslında hiçbir şekilde politik olmadığını, seninle ortaklaşmadığını da görüyoruz. Alanda da, sokakta da sadece mücadele eden Kürtler, kadınlar ve LGBTİ+’lar oluyor. Geri kalan kendine muhalefet diyen milliyetçi, ulusalcı kesim. Maalesef onlarla alanda da sinema dünyasında da muhatap olmak zorunda kalıyoruz. Yapacağımız şey kendi filmlerimizle birbirimizi görünür kılmak ve her alanda birlikte mücadele etmek.
İstanbul Film Festivali gibi köklü kurumların bu iddialara alan açacak pratikler sergilemesi bağımsız sinema açısından ne anlama geliyor?
Başta da dediğim gibi İstanbul Film Festivali “Bakur”u sansürleyerek bu dönemin sansür fitilini yakmış oldu. Sonrasında sansür adım adım her tarafa bulaştı. O dönem Bakur’un sansürlenmesine karşı duran olsa da büyük çoğunluğu zorunluluktan filmlerini geri çekip festivali boşa düşürdüler. O dönemin havasında bu zorunluluktu, sonrasında iklim iktidara doğru yöneldikçe festivaller ve sinemacılar da bu rüzgâra kapılmış oldu. Bu dönemde bağımsız sinemacılığın da gerçek yüzünü gördük aslında. Kim hâlâ bağımsız olmaktan bahsedebilir ki? Dikkat edilirse son yıllarda hiç kimse bu terimi üzerine de almıyor. Eskiden bağımsız olmanın bir getirisi olduğu için belki de bağımsız sinemacı olmak cazip geliyordu. Bu da ancak festivaller aracılığıyla oluyordu. Festivallerin kendisinin bağımsızlığı ortadan kalkınca bu kavram da artık anlamsız ve herkese yük olmaya başladı.
"Bakur" filminden bir kare.
“Ne şeytanı gör ne de dua oku”
İstanbul Film Festivali dışındaki festivallerin ifade özgürlüğü karnesi nasıl?
Hepsi de benzer aslında ve ayrıca meşru bir yol da bulmuş durumdalar. “Ne şeytanı gör ne de dua oku,” misali baştan itibaren başlarına iş açacak filmleri zaten elemiş oluyorlar. Burada gizli sansürden bahsetmek gerekiyor. Öğrenilen şey dediğim de bu. Herkes öyle bir tedrisattan geçti ki neyin başlarına iş açıp, açmayacağını filmin estetiğine bakmaksızın elemiş oluyorlar. Bulundukları alanı kaybetmemek, hayatlarına aynı konforla devam etmek için kendilerine buldukları yegane bir çözüm. Asla da geriye dönüp bütün bu olup bitenlerin muhasebesini de yapmayacaklar. Sansürden kaçıp tatil beldesinde hiç risk almadan festival bile yaptılar. Onlar da herhalde kendilerine göre haklıdır. Bilemiyorum.
“Kürtçe film yapanların sayısı eskiye nazaran çok daha düşük”
Sansür karşısında Kürt sinemacılar nasıl bir strateji geliştiriyor? Alternatif gösterim yolları, uluslararası festivaller ya da dijital mecralar bu noktada nasıl bir rol oynuyor?
Kürdün siyaset dışında birine ya da birilerine yaptırım uygulayacak bir gücü yok. Bu da bizim zayıf noktamız. Neden hâlâ kendi üretim biçimimizi oluşturamadık ve dağıtım araçlarından mahrumuz? Diyarbakır’da yaşayan ve film üreten biri olarak bu da benim en temel meselem. Hem resmî hem de sivil bileşenlerle irtibat içinde olmama ve harekete geçirmek istememe rağmen hiçbir sonuç alamadım. Kendim için hiçbir problemim yok aslında. İstediğim zaman istediğim şekilde filmimi yapıyorum. Kendi arkadaşlarım ve ekibim var, gittikçe de artıyor. 10 sene önceki gibi de değiliz. Hem tecrübemiz hem de bilgimiz var artık. Ben ve benim gibi olan arkadaşlarım bir şeyler yaptık, geriden gelenlere ne olacak? Bunun için de güçlü inisiyatiflerin devreye girmesi gerekiyor.
Siyasetin bir kültür politikası, bir üretim politikası olmalı ki bu pratik bizden sonrakilere doğru bir şekilde aktarılabilsin. Biz de bundan mustaribiz. Ne zaman düzeleceğine dair bir öngörüm de yok. Bir Kürt film üretmek istediğinde maalesef herhangi bir Kürt oluşumdan bir destek alma ihtimali çok düşük. Bunları bir an önce çözmemiz lazım. Yoksa Türkiye’nin üretim sistemine mahkûm Kürt sinemacılar olarak kalmaya devam edeceğiz. Kimseden derviş olmasını bekleyemeyiz, altı üstü bir film yapacağız. Kürtçe film yapanların sayısı eskiye nazaran çok daha düşük. Bunun da başlıca nedeni Kürtlerin bir kültür, sanat politikasının olmaması. Kürt sinemacılarının filmlerinin maddi karşılık bulamaması. Bu da bu işin devamı için en önemli unsur.
Ali Kemal Çınar'ın "Veşartî" filminden bir kare.
Sansürlenen filmlerin toplumsal bellekteki yeri sizce nasıl şekilleniyor? Bazen engellenmek, filmin politik etkisini artırabilir mi?
Hep şikâyet edilen hafızasızlık mevzusu burada da geçerli. Sadece bir başkasının yapıp ettiklerini değil kendi tecrübelerimizi de unutuyoruz. Her şey bu ülkede o kadar hızlı ve o kadar çok ki, hangi biriyle hesaplaşıp hafızada yer etmesini sağlayacağız? Bunun için de zaman ve çaba gerekiyor. Bize bir olaydan sonra bütün bunları yapabilecek zaman tanınmıyor, hemen başka bir olaya geçerek öncekini de silip ilerliyoruz. Sanat tabii ki bunu kalıcılaştırır. Ben artık film çekmeyi arşivlemek olarak görüyorum. Kasten bazı politik meseleleri filmde küçük bir detay gibi dursa da yedirmeye çalışıyorum ki yıllar sonra izlendiğinde o dönemle ilgili hiç değilse bir ipucu, bir kalıntı fark edilsin istiyorum. Öbür türlü film yapmanın bir gereği kalmamış oluyor, benim için. Engellere karşı herkesin tavrı farklı olabiliyor. Bende tersi işliyor, Kürt inadım devreye giriyor. Daha politik olma ihtiyacım doğuyor. Geneli üzerinde düşününce de engellerle bir İran sineması olabilecekken tam tersi, kişisel ama bir şeye de dokunmayan bir sinema ortaya çıktı.
“Kürt sinemacılar da kendi sinemasından ödün veriyor”
Kürt sinemasının bugününü ve geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sansürle mücadelede ortak bir sinema politikasının oluşturulması mümkün mü?
Bizi bir araya hiçbir güç getiremedi ki sansür getirsin. Ancak Newroz alanında bütün Kürtleri bir arada görebilirsiniz, bir de halaylarda. Bu kulağa tabii ki kötü gelmiyor ama artık bunun ötesine de geçmek gerekiyor. Ayrıca bir araya gelmek bize bir fayda sağlar mı, ondan da emin değilim. Hepimiz kendimizden çok razıyız, eminiz. Dediğim gibi bu benim sorunum olmaktan çıkmış bir şey. Sonuçta herkes kendine benzeyen, kendisini anlayan kişilerle ortaklaşabilir. Ve bu büyük bir çoğunluğa karşılık gelmiyor, daha azıyla olabilen bir şey. Ondan da ciddi bir güç çıkmaz, hep tekil kalır. Bunu artıracak tek şey var o da siyasi iradedir. Onun da derdi başından aşkın olunca da uzun bir süre daha tekil başarılarla yetinmek zorunda kalacağız. Kürt sinemasının geleceği tekil örneklerle, başarılarla olacak gibi değil. Topyekûn bir çabaya ihtiyacımız var.
Bir yandan da şu an yeni bir süreç var, Kürt sorununda çözüm tartışmalarını kapsayan. Önceki Çözüm Süreci’nde Kürt sinemasının bir nebze de olsa nefes aldığını görmüştük. Son olarak buna dair ne söylemek istersiniz?
Çözüm Süreci’nde de bu durumdan hiç hoşnut değildim. Her festival Kürt filmlerine gereğinden fazla destek veriyordu. Bunun yapay bir destek olduğu ve Kürt sinemasına hiçbir faydasının olmadığı da ortadaydı. Çözüm Süreci’nde nasıl destek veriliyorsa bugün de tam tersi bir noktada sansürleniyor. O dönem haliyle, üretim de fazlaydı. Bugün baktığımızda ise film üretimi de sayıca iyice düşmüş durumda. Asıl kötü olan Kürt sinemacıların da kendi sinemasından ödün vermeleri. Kürtçe film yapmaktan imtina eden ya da politik olma konusunda daha çekimser davranabiliyorlar. Tekrar bir Çözüm Süreci başlarsa nasıl karşılık bulacağını ben de merak ediyorum. Umarım geçmişten ders alınarak ve güçlü bir destekle ilerler.
Ali Kemal Çınar hakkında
Yönetmen, kurgucu, senarist, oyuncu ve yapımcı.
Dicle Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Bölümü'nden mezun olduktan sonra, 2003 yılında Diyarbakır Sinema Kulübü'nün kuruluşunda yer aldı. Kariyerine kısa filmlerle başlayan Çınar, zamanla uzun metrajlı bağımsız filmlerle tanındı.
Kurte Fîlm (2013) ile Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde yarıştı. Ardından Veşartî (2015) ve Gênco (2017) gibi filmleriyle dikkat çekti. Gênco, 28. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Film Ödülü'nü kazandı. Çınar'ın sineması, Kürt kimliği, toplumsal cinsiyet ve politik meseleleri mizahi ve deneysel bir dille ele almasıyla öne çıkıyor. Diyarbakır'da yaşamını sürdüren yönetmen, üretimlerine burada devam ediyor.
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.