Turan Dursun, kişiliğiyle, konuşma tarzıyla, hitap şekliyle, saygılı üslubuyla ve benliğiyle, ülkeyi bir şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi haline getirmeye çalışanlara karşı şiddetli bir antitez oluşturur.
“Modern çağın Diderot’u” bir söyleşisinde, “Daha özgür bir dünyanın kurulabilmesi için tabuların yıkılması gerekli. Her türlü tabu yıkılmalı" diyerek dünyayı değiştirmenin körleşmeye neden olan (dinci) dogmalarla mücadeleden geçtiğini belirtmişti.
Karşı tarih yazdı
“Söylencelerden okurken bir gün ‘Sümer Efsanesi’ ile karşılaştım. Sümerlerde bir tufan efsanesi var. Baktım, Tevrat'ta var, Kur'an'da var. Dedim ki kendi kendime bu bir efsane, nasıl olur da Tevrat'ta, Kur'an'da, İncil’de olabilir? Milattan önce 3000 yılında kaleme alındığı sanılıyor. İslam' dan, hatta Kur'an'dan çok önce. Peki, bunlarda olan şey, kutsal kitaplarda ne arıyor? Ayrıca Hammurabi Yasaları'nın kimi maddeleri de Tevrat'a aynen geçmiş, ondan sonra Kur'an'a da yansımış. Kısacası benim sarsılmalarım öyle başladı.”
Turan Dursun, “beyaz adamın mitleri” ve söylencelerinin kutsal kitaplara aktarılarak ilahi bir ölümsüzlük zırhına büründüğü gerçeğini görmüştü.
Dursun körleşmenin bir "karşı-tarihini" vücuda getirmek için emek verdi.
Dogmalara ve dinci körlüğe karşı, aydınlanmacı bir tutum takınmış, kalıpların bu kırılış hâli zamanla hayatının tümüne sirayet etmişti.
Aydınlanmacı tutumu bir metafor vasıtasıyla izah edersek, bir gemi farz edin ki bir buzdağına doğru ilerlemektedir. Aydınlanmacılık, buzdağına çarpmaya doğru yüzen bu geminin dümeninin kontrolünü geri alarak muhtemel kazayı önleme becerisidir.
Turan Dursun’a göre, dümende durması gereken kaptan, kendi tarihsel konteksti içinde, şüphesiz Mustafa Kemal’di.
Eril ilahi tiranlığı sorguladı
Turan Dursun Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Gümüştepe köyünde Kürt bir anne ile Türk bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi.
Babasının annesine karşı kibirli ve aşağılayıcı tutumunu onun ağzından dinleyelim: “Babam ikide bir sorardı Kürt anneme. ‘Kürtler hep eşkıya olur değil mi?’ Anam: ‘He vallahi doğru.’ Babam: ‘Kürtler çok kötüdür değil mi?’ Anam: ‘He vallahi doğru.’ Babam her ne derse anam, ‘He vallah doğru’ diyordu."
Turan Dursun, bin yıllar boyunca hiçbir şeyin işlemediği, beton gibi duran, "he vallahi doğru"nun arkasına gizlenmiş “eril-ilahi tiranlığı” sorgulamaya dini dogmalardan başlamıştı.
Babasının, "Basra'da, Kufe'de bile bulunmayacak ölçüde büyük bir alim olacak” dediği Turan Dursun alim olmuştu olmasına ama varlığı, taassubun ve ruhsal körlüğün şiddetlendiği bir ülkede yok edilmesi gereken bir aykırılık teşkil ediyordu.
Geçiş dönemi kurbanı
Nitekim 4 Eylül 1990 günü Kadıköy’de evinin bitişiğindeki bir marketin önünden yürürken, karşı kaldırımda bulunan bir araçtan üzerine ateş edildi. Öldürüldüğünde daha 56 yaşındaydı.
Kanlar içinde yere yığılan Dursun, kafasından ve vücudunun çeşitli yerlerinden aldığı kurşunlarla olay yerinde yaşamını yitirdi.
Saldırıyı, İslami Hareket Örgütü üstlendi. Başka suçlardan da aranan bir grup saldırgan daha sonra yakalanarak yargılandı ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı.
Turan Dursun’un Türkiye’si muazzam tepetaklak oluşlara, teknolojik ilerlemelere ve derin sosyal, kültürel ve siyasal değişimlere tanıklık ediyordu.
Tarık Dursun, medeniyetimizin son evresini yaşadığı ve yeni bir medeniyet paradigmasının şekillenmeye başladığı bir “geçiş döneminin” kurbanıydı.
Çünkü medeniyetlerin batışını hep bir barbarlık çağı takip ediyordu. Eski bir medeniyetin batıp bir yenisinin oluşmaya başladığı sancılı geçiş dönemlerine genellikle böylesine nihilist bir şiddet damgasını vurur.
Geriye doğru kalkışmalar
Devrim-karşıdevrim, aydınlanma-taassup, kapitalizm-sosyalizm, hedonist liberalizm-erdemli hümanizm arasında salınan Homo sapiens’in “medeniyetler arası geçiş dönemi sıkışmışlığı”, varoluşsal bir sıkıntıyı da tetikliyordu. Bu sıkıntının adı nihilizmdir.
Fukuyama'nın Tarihin Sonu ve Huntington'un Medeniyetler Çatışması tezinde somutluk kazanan medeniyet distopyası, Dursun’un aydınlanmacı anlayışında gözlenmez.
Neo-liberalizm, Sovyet İmparatorluğu'nun çözülüşünden sonra dünyada düşmansız bir zafer ilân etmişti.
Post-Sovyet dönemin Rusya’sı Slav Hıristiyan medeniyetini, Çin, post-Maoist Konfüçyüsçülüğü, Türkiye ise post-Kemalist İslam'ı ete kemiğe büründürürken neo-liberalizmin düşünsel mirasından hız alan bir sistem öngördüler.
İmparatorluklar bugün dinî zeminden yükselerek yeniden biçimleniyor. Çağdaş tarihi oluşturan levha tektoniği işte budur.
Türkiye’nin Diderot’usu Dursun, devlet İslam’ı ile post-Kemalist İslam arasında bir ittifak nakşetmek iddiasında değildi.
Şeyh, ağa ve mollanın iç içe geçtiği bir oligarşiden Türkiye Atatürk’ün devrimleriyle bir nebze kurtulmuştu kurtulmasına, ama dinci oligarşi, uzun soluklu bir "geriye doğru kalkışma” sayesinde kendini yeni şekiller altında restore etmeyi başarmıştı.
Platon'cu, idealist ve ruhçu felsefenin mirasını kirleten Batı materyalistleri, atomcuları, hedonistleri, ampiristleri ve duyumcuları ilerlemeyi daha çok liberal-pozitivist bir bakış açısından okuyorlardı.
Bu trendin aksine Turan Dursun, pozitivizmi yeniden keşfeden naif materyalist üçüncü dünya aydınının düştüğü kuramsal tuzaklara düşmedi.
Taassup ve liberalizm
Batı'da içselleştirilen hedonist pozitivizm, küçük burjuva liberal solculuğu ile zımni bir iş birliğinin neticesi olarak, rahim kiralayanların, çocuk satanların, köpeklerle sevişmek isteyenlerin veya partnerinin dışkısını yemek isteyenlerin hayat şekilleriyle liberalizmin sapkın sosyal formlarını görünür kılıyordu.
Bu formlar altında şekillenen sözüm ona “yeni medeniyet paradigması”, daha çok bir distopyaya işaret ediyordu. Görüldüğü gibi, hedonist-liberal distopya ile dinci taassubun vaat ettiği distopyanın yolları, “medeniyet kırılmaları” kavşağında çakışıyor.
Yahudi-Hıristiyan medeniyetinin yaklaşan sonu ile yeni bir medeniyetin meydana geliş süreçleri karmaşık bir sosyal okumayı gerektiriyor. Ancak, karşımızda şekillenen gerçekliği anlamamızın önünde engel teşkil eden şey dinci dahil, liberal her türlü taassuptur.
Her ne kadar taassup ve liberalizm aynı cümle içinde bir oksimoron oluşturuyor gibi görünse de neo-liberalizm, tüketim paradigmasına uygun hedonist hayat şekilleri dayatarak taassubun daha çok manipülatif örneklerini sergiliyor.
Metalaşmaya, eşyalaşmaya, kısacası “şeyleşme”ye yüksek dozlarda maruz kalan birey, her ne kadar özgür seçimler yapıyor gibi görünse de aslında onurunun, aşklarının ruhunun, mesela böbreklerinin, rahminin, sperminin, kısacası benliğinin kiralanabilir, değiştokuş edilebilir, alınabilir, satılabilir ve onarılıp yeniden dolanıma sokulabilir olduğunun farkında değildir.
Kapitalist neo-liberal paradigmanın sürdürülebilirliği için zaten farkında olmamalıdır. İşte bu çeşit dayatma ve maruz bırakılma madalyonun diğer yüzündeki taassubu daha belirgin kılıyor.
Dinciler, bu açıdan bakıldığında, uzun vadede bütün gezegenin piyasa kurallarına uygun işlediği bir düzeni hayal eden liberal kapitalistlerle aynı yolun taassup uğrağında birleşiyorlar.
Dünyanın ve özellikle Avrupa’nın sergilediği liberal-kültürel kibre müteakip onuru AB tarafından defalarca ezilen Türkiye başka istikametlere yelken açıyor. Ancak bu yeni rotayla geminin başka bir buz dağına çarpması olasıdır.
Diderot'ya göre ölüm, varlığın bir gün toprak, o toprağın bir gün çiçek, o çiçeğin bir gün büzülüp tekrar öldüğü “recycling” döngüsü içinde bir dönüşümdü.
Öldükten sonra toprak denen aynı coğrafyaya gömüleceğiz. Önemli olan ruhsal yaşamlarımızda dinci baronlar ve tecavüzcülerle birbirimize her zamankinden daha yakın ve aynı alana gömülmemek.
Fiziksel değil, ruhsal mesafe ihtiyacı
Şu anda ihtiyaç duyduğumuz şey, sadece başkalarıyla aramızda daha fazla fiziksel mesafeden ibaret değildir. Aynı zamanda daha fazla ruhsal mesafeye de ihtiyacımız var.
Medeniyetimiz uzunca bir süre ölümün üstünü örtmeye, onu gizlemeye, inkâr etmeye ve süslemeye çalıştıysa da son tahlilde sahneyi yönetenin (özellikle Covid salgını ile) bizzat ölümün kendisi olduğu fark edildi.
Ancak çağdaş medeniyet ölümü zamana yaymayı ve onun ince-sofistike şekillerini kader olarak algılatmayı başardı. Bu algı operasyonları, gerçeği büken eril-ilahi dilin ikna araçlarıyla başarıya ulaşıyor. Bunu ikna barbarlığı olarak nitelemek de mümkün.
Turan Dursun eğer yaşasaydı ve insanlara gerçekleri anlatabilseydi belki sapkın vakıf ve tarikatların rahatlıkla at koşturduğu bir Türkiye gerçeği yaşamayabilirdik.
Turan Dursun, “beyinlerimiz savaşsın isterdim ama görüyorum ki silahsızsınız bayım" özdeyişinin defalarca doğrulandığı, kavgacı bir körleşme Türkiye’sinde öldürüldü.
Ölümünden beri toplum ileriye doğru evrilmedi. Çünkü iktidarı ellerinde tutanların medeniyetten anladıkları şey, zihniyet devrimi değil bir “beton medeniyeti”ydi.
Diderot’un kız kardeşi, bir manastırda öğrenci iken kendisine rahiplerce tecavüz edilmesi üzerine aklını yitirerek öldü. Diderot’nun ruhban sınıfına ve dine karşı tavrının arkasında böyle bir travma vardır.
"Büyük bir ormanda kayboldum ve önümü görmek için küçücük bir ışığım var. Orada yanıma biri gelir ve der ki, 'Kardeşim, yolunu daha iyi bulmak için mumunu söndür.' İşte o birisi bir ilahiyatçıdır" diyen Diderot’nun hem tespitleri hem de travmaları, Kemalist Devrim’e rağmen aydınlanma ışığının kenar mahallelerine bir türlü ulaşmadığı günümüz Türkiye’sine ibret olsun!
Tarikatlar ve dinciler
Tarikat şeyhlerinin tecavüzlerinin ardından, “ama insanların yaptığına bakarak dini yargılamayın”, köktenci dinden hızını alan her terör eylemi ve mizojin şiddetin ardından ise, “Ama gerçek İslam bu değil ki” kolaycılığına düşen bireyin karanlık bir körleşme girdabına kapıldığını, körleşmenin ise köleleşmeyi tetiklediğini Turan Dursun çok önceden sezinlemiş bir aydındı.
Kısacası Turan Dursun, kısa ve orta vadede laiklik devrimini sulandırıp "dinci-ihvancı" asitte erittikten sonra bir Ortaçağ Türkiye’si bina etmek isteyenlerin önünde büyük bir engeldi.
O insanları aydınlatma uğrunda kendini eritip bitiren bir mumdu. Kendisinin en büyük şahidi zamandır ve akışı, inanın, onun lehinedir.