Apollon’un elçileri gibi, bir yüzü ışığa bakıyor.
Bir yüzü bitimde, sürekli ‘son’ arıyor.
Yazar Aslı Erdoğan’da tanrısal bir anlam var, mitik bir döngünün içerisinde genişleyip duran bir anlam.
Kassandra’nın kehanetlerini andırıyor bu anlam, yalnızca geleceğe birikiyor.
Peki ya şimdinin köleleri?
Onlar ruhlarını çoktan çamurlu suların kaynayıp burgaçlandığı dipsiz bir bataklığa, Hades’in acı nehri Akheron’un akıntısına terk etmişler.
Aslı Erdoğan ise, tüm dokunulmazlığıyla güneşli tapınaklarda edebiyatını devam ettiriyor.
Aslı Erdoğan, bu tapınaklar katına yükselebilmek için öncelikle beklentileri reddediyor.
Koskocaman bir beklentiler ülkesi burası, Türkiye, herkes birbirinin özışığını hapsetme peşinde.
Erdoğan içinse, bekliyorsan, gelişemezsin, yaşayamazsın, özünü inşa edemezsin. Bu bilgiyi kendi yaşamından çekip çıkarıyor.
Kendisini ailesine kanıtlamak için girip çıktığı onca sınavda, parlak okul hayatı boyunca ya da Cern’de yüksek lisans yapmak gibi ayrıcalıklı bir kariyer sırasınca, kısacası toplumsalın dayattığı tüm o başarıya dayalı beklentiler anlarında yalnızlıktan ve mutsuzluktan ve sıkıntıdan kıvranırken öğreniyor bu bilgiyi.
Erdoğan’ı beklentiler dünyasından özler dünyasınaysa yazı taşıyor.
Bir söyleşisinde, Cern’de her gün 15 saat çalışıp, son otobüsle eve döner dönmez, yazı masasına oturduğunu ve ilk kitabını bitirebilmek için günde üç saatlik uykuyla yetindiğini söylüyor.
Hayal etmeyi deneyin; özü, Erdoğan’ı çağırıyor, O ise sabırsızlanıyor.
Uykusuz, huzursuz, heyecanlı; yazı masasında kendi varoluşunu kaderden söküp alan bir Aslı Erdoğan imgesi, insanın içine bir ışık gibi işliyor.
Ki bu ışığı daha sonra beklentiler dünyasına karşı bir silah olarak kullanacak.
Beklentiler dünyasının alamet-i farikasına karşı.
Erkek dayanışmasına karşı.
Aslı Erdoğan, erkek dayanışmasını reddediyor.
Nedir bu erkek dayanışması? Neye benziyor?
Erkeklik dayanışması, tehlikeli bir anlaşma, erkek ile kadın arasında bir suçbirliği, bir kötülük buluşması, ülkenin her köşesine sinsice siniyor.
Bu buluşma, özellikle sol edebiyatımızda bir tören gibi yaşanıyor.
Bu tören özü, özünü gerçekleştirebilmiş insanları kurban etmek istiyor.
Çünkü erkek dayanışmasının katı kurallarında, özün gözalıcı yansımalarına tahammül yok.
Aslı Erdoğan, geçtiğimiz ay Sibel Oral’a verdiği söyleşisinde bu tahammülsüzlüğü çok iyi tahlil ediyor:
“Ben istedikleri bir tip değilim. Onlarla aynı masalara oturmuyorum. Onlarla rakı masalarında kıkırdamadığım için beni sevmiyorlar. Kişilikli bir kadının uyması gereken kurallara uymuyorum. Evet, kişiliksiz bir kadınım; sütyen takmıyorum, bu bir suç mu? Kaç dile çevrildiğimi bilmiyorlar ama sütyen takmadığımı biliyorlar.”
Evet, bir yazarın kaderine bir rakı masasında karar verebilecek bir erkek dayanışması içerisindeyiz.
Ve maalesef, bu dayanışmaya en çok çanak tutanlar, kadınlar.
Nişantaşı’na taşınana kadar edebiyatın hülyalı ve hüzünlü rüzgarlarında şöyle bir titreyen kadınlar.
Bu kadınlar için yazı, hayatın basit göstergelerinden yalnızca biri. Belki birazcık daha ilginci.
Aslı Erdoğan, cinsiyeti reddediyor.
Bir androjen Erdoğan, modern edebiyatın gerektirdiğini bir androjeni sinmiş tenine.
Androjeni, Erdoğan’ı öngörülemez kılıyor.
Mesela kadın hakları için sonuna kadar mücadele veren biri olarak çıkıp, “başından beri kadın olmayı reddettim” diyebiliyor.
Bu cesaret, aynı zamanda Erdoğan’ı erkek dayanışmasına karşı dayanıklı kılan tılsım.
Kadın değil, erkek değil, heteroseksüel değil, eşcinsel değil; tüm tenlere değebilen dumansı bir dokunuş.
Bir belirsizlik iddiası.
Yalnız kendini temsil eden bir görünürlük.
Bedene boyun eğmeyen bir bedensellik.
Aşkınlığa kendini kaptırmayan bir ruhsallık.
Ve hepsi Erdoğan’a cinsiyetsizlikle geldi.
Erdoğan’ı katıksız bir demokrat yapan, politik imgelemini böylesine bereketli kılan da bu karşı-hedonist tavır işte.
Aldous Huxley’in denemelerinde çok iyi betimlediği egosuzluk, egosuz bir tanrısallık noktası.
Cennetin bahçelerinde bile daldan meyve koparmaya kıyamayan ahlaklı bir tavır.
Çünkü Aslı Erdoğan, yaşamın ve ölümün anlamını sağda solda harcamayı reddediyor.
Onun edebiyatında her şey, bir zamansızlık içerisinde hak ettiği değeri buluyor.
Yaşam ve ölüm arasında bir önemlileşip bir önemsizleşen sahte değerler, onun için anlamsız.
Bir başka tılsım da bu değerler kavramıyla birlikte geçiyor Erdoğan’ın boynuna.
Yaşamın ve ölümün katı bilgisi ışığında, Erdoğan, kadın yazarlara yapıştırılması çok sevinilen “depresif” ve “mutsuz” yaftalamalarından hızla uzaklaşıyor.
Erdoğan’ı ne deliliğin, ne de mutsuzluğun kuyularına atabiliyoruz.
Verili tanımlar var, hepsini bir bir mezar gibi kazıyoruz.
Dikkat! Kumu kendi üzerimize kapatıyoruz.
En önemlisi, Aslı Erdoğan, yaşamak ve yaşatmak için reddediyor.
Onun kadar kendisini tehlikeye atabilmiş bir yazar, bir aykırılık nesnesi olmak yerine, bir pınara dönüşüyor.
Erdoğan’ın herkes büyük köşeler ararken Özgür Gündem’i canlandırmasından özel hayatına dair cesurca konuşabilmesine, başkasına “skandal” gelen, gerçek bir yaşama mücadelesi verene bahçede bir çiçek gibi görünüyor.
Bir yazarın gösterebileceği en politik tavır, işte bu çiçekler gibi, başkalarının hayatlarını açmalarına vesile olmaları oluyor.
Erdoğan, gerek ülkemizdeki, gerekse yurtdışındaki başarıları ile başka türlü bir varoluşun edebiyatta kendisini bulabileceğini defalarca kanıtladı, kanıtlıyor.
Yazdıklarının onca hüznü bile, aslında, bir yeniden doğuş nedeni sunmak istiyor.
Dünyaya tekrar ve tertemiz doğmak için bir şans.
Şimdi bu şansı perçinleyen güzel bir haber var.
Norveç'te bu yıl ilki düzenlenen “Sınırda Sözcükler Ödülü”, Aslı Erdoğan’a verildi.
Norveçli kadınların seçme ve seçilme hakkının yüzüncü yılı onuruna verilen bu ödülü, Aslı Erdoğan, sokaklarda yaşama savaşı veren tüm kadınlara adadı.
Bu haberi edebiyatımız için bir müjde, Erdoğan okurları için bir neşe, en çok da hep birlikte biriktirdiğimiz mücadele ve varolma tarihimiz için ortak bir zafer olarak görüyorum.
Aslı Erdoğan’ı yürekten kutluyorum.
Tüm reddedişlerin sınırında, Aslı Erdoğan’ın yazdıklarında, hepimiz için biraz özgürlük ve adalet buluyorum. (FD/ÇT)