Fotoğraflar: Hatice Betül Çelebi.
Her insanın yaşamında derin izler bırakacak dönemeçler vardır. Aile olarak 2016 yılında İstanbul'a yerleşme kararımız da böyle sonuçlandı. Coğrafya'dan azade olmadığımızın dersleri ile doluydu yaşadıklarımız.
Hiç birimiz için kolay olmayan bu veda, hüzünlerle birlikte, yeninin umudunu taşıyordu elbette... Yaşanacaklardan habersiz, geride kalan anıların yükü ile açtık yeni olanın kapısını.
Zor da olsa koşullar gereği gitme kararı almıştık bir kere. Hiç aklımıza gelmedi fakat biz gitmeye niyetliydik, lakin İstanbul bizi kabul etmeye niyetli miydi?
Kişi kendinden bilir işi. Biz bu şehirde yaşarken nasıl ki herkesi kucaklıyorsak, orada da öyle olmalıydı. Ama olmadı.
İş, ev, sosyal yaşam... Birkaç istisna hariç her alanda soğuk, sorgulayan mesafeli bakışlar ve diyaloglar, bu şehrin bizi kabul etmekteki isteksizliğini adeta haykırır gibiydi. Bir süre eskiye duyduğumuz özlemin hassasiyetine verdik olanları. Ta ki o güne değin...
Coğrafyada yaşanan yılların özeti
Uzun süredir yüzü gülmeden okuldan dönen kızımın, bir umut neşeyle geleceğini beklerken karşılaştım, darmadağın yüzüyle... İncecik yüzü gölgelenmiş, öfke ile karışan yalnızlık duygusu boğazında düğümlenmiş, hıçkırıklarla akıyordu gözyaşları buğulu gözlerinden.
Belli ki uzun süredir maruz kaldığı sosyal baskıyı taşıyamayacak haldeydi.
Farkında olmadan çıkıverdi kelimeler, ağlamaya devam ederken:
Anne, neden biz bir Diyarbakır' lı ile aynı sınıfta okumak zorundayız ki, hani tek millet değil miydik', sözlerini her gün duymaktan bıktım artık. Biz dışarıdan gelen kimseye böyle davranmamıştık.
Gözleri kıpkırmızı, vücudu ateş gibi, yüreği isyanlardaydı. Sadece bir cümleydi söyledikleri. Ve fakat coğrafyada yaşanan yılların özeti gibiydi... Bu hüznün karşısında çaresiz kaldım. İçim acıdı o an. Çok derinden hem de...
Sadece kendi kızım için değil, ülkenin bütün çocukları için... Ötekiler ve ötekileştirenler için... Körpecik yüreklerin hacminden, daha koca bir yüke dönüşen, sevgisizlik için...
Hemen dönüş kararı aldık... Maddi ve manevi kayıplarla, iz bırakan anılarla, şifa bulmak için attık bir kez daha kendimizi Mezopotamya'nın şefkatli kollarına.
Geri dönüşte, İstanbul'da ruhumuzun üstüne de çöken beton griliğinden öyle çok bunalmıştık ki hemen birinci katta toprağın kokusunu alabileceğimiz bir daire tuttuk...
O da yetmedi, eşim hızını alamadı, büyükçe olan balkonu 182 saksı ile donatarak, adeta küçük bir bahçeye çevirdi. Bizimle yaşayan yaşı doksanlarda halam, kızım, ben, eşim, kedimiz duman ve çiçeklerimiz...
Bize göre çok doğal olan bu kombinasyon belli ki dışarıdan çok normal görünmemiş. Her şeyden habersiz, merakla izlenmişiz.
İstanbul'un travmasını biz çiçeklerle atmaya çalışırken, kedimiz Duman da bu etkiyi çimlerin üzerinde en az yirmi dakika gezinerek gidermeye çalışıyordu. Eşim ile Duman'ın bahçe ziyaretleri günlük rutine dönmüştü.
Genellikle ikisi de bu etkinlikten keyifli dönerdi. Ancak bir gün eşim sinirli bir şeklide girdi içeri. Kendi kendine söyleniyordu;'' Ne yani insanın çiçek bakması ve kedisinin olması için yazar ve bekar mı olması gerekir?''
Meğer sitedeki komşularımız, kendi aralarında yaptıkları istişareler sonucunda, eşimin annesi ile yaşayan bekar ve yazar bir erkek olduğu konusunda mutabakat sağlamışlar.
Kendilerinden emin olmak için teyit etme ihtiyacı ağır basmış bu arada kitabını istemeyi de ihmal etmemişler. Bu olay bizim için hatırladıkça eşimle güleceğimiz bir anı olmakla birlikte, bana verdikleri rolün ne olduğu, hep merak ettiğimiz bir konu oldu.
Yaşadıklarımız, engelli kadınların aile kurmalarına yönelik var olan toplumsal algının en tipik dışa vurumuydu aslında. Her gün balkonda çay kahve içtiğimiz halde beni görmezden gelmiş ve bir eş olabileceğim olasılığını hiç akıllarına getirmemişlerdi zira.
Engelli bireylerin, mevcut engellilik kültüründe en çok gasp edilen haklarından birisi de aile kurma ve üreme hakkıdır.
Engelli bireyler, cinsel yaşamı olabilecek bir özne olarak kabul görmezler. Bu konuda engelli birey için oluşturulan düşük beklenti ve ailedeki rolleri tanımlayan sağlamcı normlar, ilginçtir ki aynen benim yaşadığım gibi kişiyi görünmez kılar.
Gerçekte varsınızdır ama onlar için yoksunuzdur.
Olay 1. Dünya Savaşı'nda geçer...
Bu konuyu işleyen okunması gereken değerli edebi eserler vardır.
Stefan Zweig'in yazdığı Sabırsız Yürek, bir taraftan yazıldığı döneme ve hali hazırda ülkemizde var olan engellilik kültürüne ayna tutması, diğer taraftan da bu kültürü besleyecek diyaloglar içermesi açısından incelemeye değerdir.
Olay Birinci Dünya savaşı sırasında Avusturya - Macaristan sınırındaki bir kasabada geçer. Herr von Kekesfelva 'nın bir virüs nedeniyle felçli olan kızı Edith ve yakışıklı asker Anton Hofmiller 'in hikayesidir.
Romanın kahramanlarından Condor geleneksel tıbbi modeli temsil eden ve onu konuşturan bir karakter olarak çok ilgi çekicidir.
Doktor Condor için Edith'in durumu bir hastalıktır. İyileştirilmesi gerekir.
Bunu en net şu şekilde ifade eder. "İyileştirilemeyecek hastalık yoktur.''
Buna tüm kalbiyle inanır ve hikayenin sonuna kadar bu ümit ile besler, hem kendisini hem diğer karakterleri.
Her von Kekesfalva ise engelliliği tanrıdan gelen bir cezalandırma olarak gören zihniyetin temsilcisidir.
''...tanrının bu masum yavruya, bu tamamen günahsız bir çocuğa böyle ebediyen sürecek bir darbe vuracağına bir an bile inanmak istemedim.''
Kulağa çok tanıdık geliyor değil mi? Engelliliğin ilahi bir ceza olduğu fikri maalesef hali hazırda ülkemizde de karşılık bulan bir düşünce.
Kolektif zihinde ilişkiler
Geleneksel tıbbi modelin hakim olduğu kültürde, toplumun kolektif zihninde sağlam bir erkekle engelli kadının duygusal birlikteliği söz konusu olamaz. Böyle bir ilişkinin temelinde ancak acıma duygusu olabilir.
Sağlamcı ideolojinin sağlam ucunu temsil eden sağlıklı, güçlü yakışıklı Anton 'nun duyguları da bu şekilde temellenir. Karşıt uçtaki eksik karakter olan ve ona yönlendirilen acıma duygularını hisseden Edith, kendini şöyle ifade eder;
Sizin gibi iyi kalpli insanlar dayak yemiş bir köpeğe ya da uyuz kedilere bile acıyıp yardımcı olmaya çalışırken, başka bir zavallıya, sakata niçin acımasın değil mi?
Engelli birey söz konusu olduğunda yük, aciz etiketlemesi her tanımın üstündedir. Cinsel kimliğin yok sayılması beklendik bir davranıştır. Ve yazar bu beklentiyi karşılayan bir tonla konuşturur bir kez daha, Edith'i;
Benim gibi sakat, felçli birinin sevmeye hakkı olamaz. Kendi kendimden bile nefret edip kendimi iğrenç bulurken, böylesine kaderin sillesini yemiş bir zavallı olarak sana yük olmayı nasıl düşünebilirim ki?
Diğer yandan acıma duyguları içinde gidip gelen Anton, sağlam erkekle engelli kadının birlikteliğinde yaşanması mutlak bir sorun ile boğuşur iç dünyasında.
Yaşadığı ilişkinin duyulması ile içinde bulunduğu çevre tarafından yargılanmak, aşağılanmak. Sosyal baskının yükü ve yarattığı korku, tüm bedenine nüfuz etmişken çıkar sözcükler dilinden;
Zaten daha onları ziyaret ettiğim ilk gün, bu sakat felçli kızla olan arkadaşlığımın alay konusu olacağından endişe duymaya başlamıştım. Çirkin ya da uygun olmayan bir kızla yakalanan birinin dile düşüp sürekli alay konusu olduğunu çok iyi biliyordum. Onun aşkını öğrendiğim ilk anda utandığımı hissetmiştim, başkalarından, babasından, Ilona'dan uşaktan, arkadaşlarımdan utanmıştım. Hatta kendi kendimden bile, uğursuz acıma duygum nedeniyle utanmıştım.
"Toplum onaylı" birliktelikler
Stefan Zweig, bu kitabında yaşadığı dönemin engellilik kültürünü etkileyici ve akıcı bir şekilde anlatmıştır okuyucularına.
Baş karakter Anton, bütün korkularını yenerek gerçek duyguları ile yüzleşip bu engelli kadına aşık olduğunu fark etse de Edith'in intiharı okuyucunun beklediği sonucu ve mesajı vermiştir. Mesajlar nettir. Engelli olmak kötü bir kaderi yaşamaktır.
Engelli birey olmak trajik bir hayata sahip olmak demektir. Sağlam ve engelli birey arasında toplumun onay vereceği bir birliktelik mümkün olamaz. Engelli bireyler, duygusal ilişkilerde sorunlarla başa çıkamayacak kadar kırılgan ve zayıftırlar.
Kanımca bu eser edebi olarak çok kıymetli olmakla birlikte, çağının engellilik kültürünü değiştirebilme cesaretinden uzak kalan bir yapıt olarak kalmıştır.
Ve hızla değişiyoruz
Sahi aşk nedir? Bedenler arasında oluşan bir etkileşim mi yalnızca? Belki bizim jenerasyonumuz hatırlasa da Leyla ile Mecnun artık yeni neslin hiç tahayyül edemeyeceği bir aşk... İlişkiler farklılaşıyor ve hızla değişiyoruz.
Neoliberal politikalar ve teknolojinin süratle yaşamımıza nüfus ettiği bir dönemdeyiz. İlgimizi çeken sadece gözümüze hitap edecek bir ambalaj. Her şey çabuk ve kolay oluyor... O yüzden yaşamın bizzat kendisi, görsel olarak izlediğimiz bir telefon ekranı gibi.
Yaptığımız tek şey parmağımızı ekranın üzerinde kaydırmak.
Ne tuhaftır ki hayatın özneleri değil seyircileri gibiyiz. Öylece merak ederek... Öğrenmek için bir çabamız yok fakat, herkes her şeyi biliyor zaten. Bir markette gezinir gibi dolaşıyoruz ve tasnifliyoruz, insanları... Derinliğine inmeden... Düşünmeden... Dinlemeden...
Dokunmadan... Her zerrenin, hakikatin bilgisi ile dolu olduğunu hissetmeden... Otomatik pilottayız ve kategorize ediyoruz sadece. Sonra etiketlemeye başlıyoruz. Etiketlerde tek kelimelik sığ bir ifade... Kürt, bölücü... Ermeni, hain... Alevi, dinsiz, yemeği yenmez...
Başörtülü, yobaz... Takım elbiseli, saygın... Beyaz önlüklü, her sözü doğru... Engelli, yük, aciz, muhtaç... Köylü, cahil ve kurnaz... Mütedeyyin, bağnaz... LGBT'li, sapık... Hristiyan, kafir... Gerçeklerle ilgilenmeden, keşfetmeden, yalnız zanlarımız üzere eylemimiz.
Yaşamı zenginleştiren tüm renkleri ayıklayıp, siyah beyaz bir ekrana sabitliyoruz yüzümüzü. Bizden olmayanları raflara dizip, kendimizden olanları sepete atıyoruz.
Kızımın gözyaşlarında gördüm ki, ötekiler hep aynı öfkeden muzdariptirler...
İdeolojik normal olan, her biri Zeus'a dönüşmüş narsistler, Prometheus olarak gördükleri ötekileri, Kafkas dağına zincirler. Zeus' un kartalı olur, her daim bir parça koparır bedenden, yaralayan kelimeler...
Oysaki nefretin ekmeğini yiyenler, sonu gelmez karanlığın esiridirler. Ve fakat yüzünü ışığa dönenler, sevginin huzurlu sularında yüzerler...
(HBÇ/PT)