Metin Göktepe cinayeti, hem cinayetin işlendiği koşullar, hem aydınlatılması için verilen mücadele, hem de elde edilen görece başarı bakımından en azından diğer tüm haberci cinayetleri dosyalarına göre daha özgün durur.
Fırsat oldukça Göktepe dosyasında verilen bu mücadeleyi gündeme getirmek, yalnızda Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı değil Güneydoğu'da 20'yi aşkın gazetecinin (İzzet Kezer, Hüseyin Deniz, Musa Anter vs) neden öldürüldükleri, katillerinin ve onları azmettirenlerin kim olduğu konusunda 30 yıl sonra bile sorularımızın yanıtsız kaldığı bugünlerde faydasını koruyor.
Hrant Dink cinayetinin arkasındaki derin güçlerin nasıl korunduğuna toplum olarak tanık olunca, Göktepe için ortaklaştırılan mücadele ve dayanışmadan hala destek almaya ihtiyaç duyduğumuzu daha iyi anlıyoruz.
Öte yandan, her şey yolunda gittiği izlenimi veren Cihan Hayırsevener dosyasında bile, insan hakları savunucularının ilgisinin azlığı ailenin ve meslektaşlarının endişeli bekleyişine neden olabiliyor.
Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe, Ümraniye Cezaevi'ne düzenlenen operasyonda yaşamını yitiren iki tutuklunun cenaze törenini izlemek için gittiği Alibeyköy'de, gazeteciliğinin kısıtlanmasına karşı çıktığı ve "çok konuştuğu" gerekçesiyle 8 Ocak 1996 günü gözaltına alındı ve bini aşkın kişiyle birlikte Eyüp Kapalı Spor Salonu'na getirildi. Burada tribünde ve götürüldüğü tuvaletlerde kalas ve keskin cisimlerle dövülerek öldürüldü. Cesedi, Spor Salonu'nun karşısındaki parka bırakıldı.
Göktepe'de Taşanlar, Dink'te Cerrah...
Devlet ve siyasi yetkililerin "milliyetçi" suçlulara sahip çıkma refleksleri açısından Göktepe ve Dink cinayetlerinde iki emniyet yetkilisinin demecini unutmak mümkün değil: İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, Eyüp Kapalı Spor Salonu'nda polislerce öldüresiye dövüldükten sonra spor salonun karşısındaki parka bırakılan Göktepe ile ilgili "duvardan düştü" diyordu. Taşanlar'ın sözünü etiği duvar yarım metre yüksekliğindeydi!
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah da, Dink'in tetikçi zanlısı Ogün Samast henüz yakalanmamışken, "Cinayetin herhangi bir siyasi boyutu ve örgüt bağlantısı yok. Zanlı, milliyetçi duygularla cinayeti işlemiş" sözleriyle bir oldubitti yaratıyordu.
İstanbul'dan Aydın, Aydın'dan Afyon'a
Ancak Göktepe soruşturması ve davası sürecinin önüne dikilen tek taş Taşanlar'dan gelmedi. Dava, Sultanahmet Ağır Ceza Mahkemesi'nde açıldı ama orada başlayamadı. "Güvenlik" gerekçesiyle Aydın'a alınan cinayet dosyası, yine aynı gerekçesiyle Afyon'a taşındı.
Metin'in ölümünden 800 gün sonra yani 19 Mart 1998 tarihinde Afyon Ağır Ceza Mahkemesi kararını açıkladı. Beş sanık polis (Murat Polat, Şuayip Mutluer, Saffet Hızarcı, Fedai Korkmaz, Metin Kürşat ve Seydi Battal Köse) "kastı aşan adam öldürme" suçundan yedi yıl altışar ay hapse mahkum edildi.
Karara her iki taraftan itirazlar oldu.
Polis Köse'nin hapis cezası bir yıl sekiz ayaindirildi. Altı sanık polis (Burhan Koç, İlhan Sarıoğlu, Selçuk Bayraktaroğlu, Tuncay Uzun ve Fikret Kayacan) beraat ettirildi. Sanıkların bir kısmı 17 ay hapiste tutuldu.
Af katilleri erken tahliye ettirdi
Türkiye'de adaletsizliklerin önüne geçilmesi için talep edilen "Af" veya "Şartlı Af" Kanunlarının, tutuklu gazeteciler ve ''düşünce suçluları''nın yanı sıra "eşitlik" ilkesi gereği işkencecilere ve katillere de yaradığı sıklıkla görüldü.
Aynı yolla, Göktepe'nin bir kısım katillerinin cezalarını tamamlamalarına 19 Aralık 2000'de çıkarılan bir "Şartlı Af" Yasası engeloldu.
AİHM'de bir ilk!
Benzer dosyalarda söz konusu olamazken AİHM, 2005'te ele aldığı Metin Göktepe dosyasını, Türkiye'de yapılan yargılamada işkenceyle ölüme sebebiyet veren polislerin cezalandırıldıkları ve devletin gazetecinin ailesine tazminat ödediğini açıklayarak geri çevirmişti.
Cezasızlık kültürü: Sadece eksiklik değil utanç!
Devletin suça karışan güvenlik elemanlarına gösterdiği bağışlayıcı tutum ne olursa olsun, Göktepe dosyasında gösterilen mesleki dayanışma ve hak mücadelesi, "gözaltında işkence" veya "devletin şiddeti" konusunda kamuoyunda kayda değer bir bilinçlenme sağladı.
Başta, Göktepe'nin gözaltında olmadığını iddia eden İstanbul Vali Vekili Rıdvan Yenişen, İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan ve Orhan Taşanlar olmak üzere, dönemin yetkililerinin yargı önüne çıkarılmamış olması, Dink dosyasında sorumluların şu ana kadar yargılamadan bağışık tutulması gibi durumlar, adaletin tecellisi anlamında sadece birer eksiklik olarak görülmeyecektir. Bunlar, devlet adına bir utanç olarak kalacaktır.
Göktepe davasındaki kazanıma, Göktepe Ailesi, Evrensel gazetesi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) gibi ulusal ve uluslararası basın örgütü temsilcileri, basın ve ifade özgürlüğü mücadelesine gönül veren meslektaşları, sivil toplum örgütleri ve hak örgütleriyle demokrasi mücadelesi verenler ve cinayete inananların yaygın varlığı büyük rol oynadı.
Afyon'da 30'u aşkın duruşmanın gözaltı ve şiddet tehdidi altında gerçekleşmesi, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerden kitlesel katılımlara engel olamadı.
Kötü muamele ve gözdağı, seri polis barikatları kimseyi yıldıramadı. Hak savunucuları, her duruşmada sanık polislerle duruşmada bir kez daha yüzleşiyor ve orada toplum vicdanını hakim kılıyorlardı.
Her duruşma öncesinde İstanbul'daki IPS ofisinden gazetecilere duruşmayı duyuran basın bildirileri gönderiliyor, bir başka bürodan Metin'in meslektaşları Afyon'a yol alacak otobüsleri ayarlıyor, bir diğer bürodan gazeteciler yola çıkacakları listeliyor, bir diğerinde pankartlar hazırlanıyordu.
Acı bir olaydan, dayanışmayla ve karşılıklı güvenle somut bir mücadele modeli geliştirilmişti.
Birkaç otobüs İstanbul'dan hareket ederek tek bir duruşma için 1500 km yol alıyordu. Gazeteciler, avukatlar, hak savunucuları, üniversiteliler, aydınlar, Emeğin Partililer otobüs içerisinde veya yol molalarında kaynaşıyor ve yolu daha keyifli hale getiriyordu. Afyon'a varınca kent merkezinde Metin tişörtleriyle protestolar düzenleniyor, anıta kalem bırakma eylemi gerçekleştiriliyordu.
Metin Göktepe cinayeti davasına dünyaca ünlü fotoğrafçı Marc Riboud da ortak oldu, duruşma salonunda sandalye üstünden fotoğraf çektiği anlar unutulacak gibi değildi.
Söz konusu kitlesellik, dayanışma ve kaynaşma, mücadelenin de direncini oluşturdu. Acıyı zaten paylaşıyorduk hep birlikte, güzel şeyler de yaşadıkça Metin'e teşekkür edilirdi. Kısacası, ''Metin''in davası, basın özgürlüğünü bugün tarafsız şekilde savunabilenlere eşsiz bir güç kattı.
Diyarbakır ve Batman'daki ihlaller sahipsizdi
Güneydoğu'da "düşük yoğunluklu savaş"ın hüküm sürdüğü 90'lı yıllarının ilk yarısında 30'a yakın haberci, tam bir karanlık ve korku ikliminde ortadan kaldırıldılar. Savcılıklar ya tam bir kayıtsızlık içerisindeydiler ya da güçsüz kaldılar.
Sonuçta katilleri ve arkasındaki güçlere dokunulamadı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller'in Özgür Ülke gazetesine karşı "acil etkili önlem alınmasını" istemesinin ardından gazetenin İstanbul ve Ankara bürolarının bombalandığı yıllardı.
Az sayıda aydın ve hak savunucusu, "terör" algısına karşı temel haklar konusunda kamuoyunu duyarlı kılmaya çalışıyordu. Ancak ihlaller, Göktepe türü bir hassasiyet Diyarbakır, Bitlis veya Batman'da yaratılamadığı için genel kamuoyu vicdanına mal olamadı, ne yazık ki.
Ancak daha da önemlisi, yaygın medyanın Kürt Sorunu'na, Güneydoğu'da yaşananlara ve basın özgürlüğüyle ilgili sorunlu bakışıydı.
Militarist politikaların dayatıldığı gazete ve televizyonlar, Kürt gazetecileri tüm haklarından yoksun bırakılması gereken birer "terörist" olarak gösteriyordu.
Bu baskı ortamı, yaygın hak ihlallerini cesaretlendiriyor, buna karşı mücadele girişimlerini zayıflatıyor, buna cesaret edenleri de hedef tahtasına oturtuyordu.
JİTEM, Hizbullah ve kontrgerilla cezasız
Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın hazırladığı ve devletin 90'lı yıllardaki karanlık ilişkilerini ortaya döken Susurluk Raporu'nda İstanbul'da Özgür Gündem gazetesinin bombalanmasına değinilse ve Diyarbakır'da Musa Anter cinayetinden pişmanlıkla söz edilse de bu ve basına yönelik benzer saldırılar cezasız bırakıldı.
İhlaller devletin Kürt Sorunu'na biçtiği politikayla atbaşı gidiyordu.
Aktörleri arasında JİTEM, Hizbullah, kontrgerilla veya korucular da geçiyordu. Yargı ya kasıtlı bir şekilde suçları soruşturmayacak şekilde yetkilendirilmişti ya da olayların üzerine gidebilecek güçte değildi.
Sonuçta, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) şikayet edilen Türkiye, cinayetleri etkili soruşturmamaktan yaygın şekilde mahkum oluyordu.
Türkiye, 20 yıl sonra darbelerden arınmayı TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'nun, 90'lı yılların siyasi aktörleriyle yaptıkları görüşmeler üzerinde tartışmaya kalkışıyor.
Bir kuşak sonra gerçekleri yaşatmanın güçlüğünü çok acı şekilde yaşıyoruz.
Gençlerimiz, medya üzerinden, ihlal politikalarının sorumlularından Çiller'in "o dönem çok yeniydim" sözlerine kalıyorlar.
Mumcu Cinayeti soruşturmasını "Bir tuğla çekersem duvar yıkılır, çekemem" diyerek tıkayan eski İçişleri Bakanlarından Mehmet Ağar, Susurluk davasında aldığı beş yıllık cezasından hapse girmesini sıradan bir "hizmet kusuru" olarak görebiliyor.
Göktepe davasındaki mücadeleden çıkan anılar ve dersler, toplumsal vicdan ve hafızanın gelecek için ayakta tutulmasında hala çok önemli bir yer tutuyor.
Kürt meslektaşlarımıza kayıtsızlık içinde yaşatılanlarsa, demokrasimizin bugünkü sakatlıklarını beslemeye devam ediyor.
Gazeteci cinayetleriyle ilgili bianet'in soruşturma/kovuşturma süreçlerinin güncel hale getirilmesi çalışması sadece cezasızlıkla mücadeleye işaret etmiyor, aynı zamanda toplumsal dinamiklerimizi, hak mücadelesi açısından tarihsel güçlüklerin daha iyi anımsanmasına da hizmet ediyor. (EÖ/BA)
* Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık dizisindeki diğer yazılar için tıklayınız.