Çok çift tırnak kullanacağım, itici bir yazı olacak bu yazı sanırım ama benzer şeyleri düşünenler adına dursun bir kenarda. Ses vermiş olalım. Yanlışsa yanlıştır zaten.
Çocukları öldürülmüş ilk ebeveynler değiller elbette ama ilk kez bu derecede takip altındalar. Her söyledikleri, her mimikleri yakalanıp, haklı “dava” yararına kullanılıyor. Basın toplantılarına, konserlere kimi etkinliklere davet ediliyorlar. Kimi insanlar onları “kendi” karelerine alıp sosyal medya “midelerini”, “buradayım ve onlarlayım” heyecanının verdiği iştahla “doyuruyor.” Yani şöyle farz edin bir yakınınız öldürülmüş, biri yanınızda “bitiyor.” Telefonun ekranına baktırılıyorsunuz ve bir kare çıkıyor ortaya. O dakikada bir kişisel ürün setine yani bir nesneye dönüştürülüp, işlevsel hale getiriliyorsunuz. Hakiki oluşunuzun sorgulanamazlığı devam etse de, acınız başka acayip duygulara yedirilince ait olmadığınız bir tablonun içinde yerinizi almış oluyorsunuz. Kabahatiniz kesinlikle yok. Duygusal koşullarınıza yaka parça koşan insanlar var sadece.
Herkesin kendine has bir yas yaşama biçimi var oysaki. İlk akla gelen anlamıyla unutmak değil tabii ki ama bu insanların hayata devam edebilmeleri için yas süreçleri boyunca etraflarında konuşmaya, görünmeye teşne olmayan, “burada unutman için her şey var”* diye baş göz üstünde tutulmalarını sağlayacak şeffaf insanlar olmalı.
Niye şeffaf? “Önleri kapanmadan” etraflarını izlemeye devam edebilsinler, hukuksal mücadelelerini yılmadan sürdürebilsinler, saçmalıklarından seçilemeyen kimselerle muhatap olup yine yeniden sahnelere çıkmak zorunda kalmasınlar diye. Bundan sonra, kendileriyle benzer acıyı yaşayacak insanlar –ki ne yazık Berkin Elvan’dan sonra kaç çocuk öldürüldü- olanları üstünkörü, kulak kabartarak dinleyen, tek bir ağızdan izleyen yığınlar tarafından, devletle vatandaşın arasına başka vatandaşlar giremez düşüncesiyle “klişeye” dönüştürülmesinler diye.
Başka başka örnekler de var. Yas tutan insanların yanına taslar taraklar toplanıp “biz” taşınmasından ileri gelen örnekler. Bazı ritüeller atlanılmak istenmiyor. Mümkün olduğunca hakkı verilerek yapılmak isteniyor ama eline yüzüne gözüne bulaştırıyoruz sanki. “Biz” adına yapıyoruz bunu, yaslarına ortak olmamız mümkünmüş gibi.
Susan Sontag’ın, Başkalarının Acısına Bakmak’ta, V. Woolf’tan güç alarak “Konu başkalarının acılarına bakmak olduğu zaman, ‘biz’ asla cepte keklik sayılmamalıdır”da anlattığı gibi. Roboski Katliamı’nın ikinci yıldönümünde düzenlenen anmada kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden Miran Encü örneğin. O gün ölümü tesadüf müydü? Yoksa farkında olunmadan, orada ölmesine neden olacak her şey hazırlanmış mıydı onun için? Yasın sürmesi için tuz biber olacak her ne varsa ama “paylaşımı” çok nadide duracak manzaralar da yakalanmıştır mutlaka. Tamamen “biz”le ilgili bir durum. Yine söyleyeyim ailelerin yok bir kabahatleri.
Ders niyetine, sembolik açılmış dava bile olsa, “5 kuruşluk insana 5 kuruşluk dava”, tam da bugünlerin ayar verme biçimlerinden. Sanki ailenin kararı değil de tanıdık bazı “fenomenlerin” buluşu. Tam da bir ilke gereği devletle asgari seviyede ilişki kurmak kararı almamız gerekirken. Değil yalan hukukunu bir misillemeye dahil etmek. Bizzat tanışmıyoruz ama anlayabildiğim kadarıyla Sami Elvan, zorlama bir duygudaşlıkla, çocuğu öldürülmüş bir kadını yüzlerce insana yuhalatan birini aklamaya çalışan Yavuz Bingöl’le “dahi” oturup konuşabilecek soğukkanlılıkta biri. O derece vakur biri ki hatta “Seninle konuşmuyorum” dese en ağır küfür olacak. Şimdi olmasa da mutlaka bir gün çocuklarının vurulma anının görüntülerini basının önünde izletilmiş olmalarında görecektir bir tuhaflık. Gülsüm Elvan artık hem bu “biz”den hem de devletin en başındaki zatın demeçlerinden kurtarılıp, pamuklara sarılmalı.
Ve bir başka baba çıkartılıyor televizyonlara. Yılların tecrübeli gazetecisi Uğur Dündar, “Son olarak ekranlar aracılığıyla oğlun Yavuz’a seslen” gibi bir şeyler söylüyor. Tüm iyi niyetiyle binlerce kez özür dileyen baba da farkında değil bu tecrübeli gazetecinin derdinin çok da ilgili mevzu olmadığını. Halk TV kameraları “konuşlanmış.” İnsan düşünmüyor değil. Sağcısından solcusuna, liberalinden kemalistine her şeyi malzeme yapabilen Türkiye insanlarının ortak yönünün tam da bu olduğunu. Her şeyi çok hızlı bir şekilde kendimize ait bir şeye dönüştürebiliyoruz. Ve itiraf edelim, nasıl yapıyorlar değil nasıl yapabiliyoruz.
* Roland Barthes’ın annesi için tutmuş olduğu Yas Günlüğü’nden