* Çizim: Rewhat
Yazar için zor olan yabancısı olduğu, bilmediği, tatmadığı, hissetmediği duyguları, düşünceleri başarılı bir şekilde, inandırıcı olacak bir dille anlatabilmektir.
Kemal Varol, Jar ve Haw romanlarındaki geleneği Ucunda Ölüm Var’da da devam ettiriyor. Bunu masal diline yaslanarak yapıyor. Dilin bütün olanaklarını; gücünü, tılsımını, etkisini kullanarak yer yer ve belki de planlı bir nöbetleşmeyle birinci tekil ağız ve üçüncü ağızdan anlatarak başarıyor.
Yarım kalmış bir aşk hikâyesinin yollara düşüren, dramatik bir maceraya dönüşen, her seferinde sevdiğini bulamayarak heder olan ağıtçı kadının yıkılışına, tükenişine ve yeniden dirilen bulabilme umuduna, azmine, gayretine, inadına şahit oluyoruz. İnsan hiç sevdiğinin ölüsünü bulabilmesine razı olabilir mi, duyduğu her salada, gördüğü her cenaze evinde, hüzünlü, kederli bir mutluluğa kapılır mı? Bunun cevabının ne olduğunu Kemal Varol, Ucunda Ölüm Var’da ağıtçı kadını şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaştırarak okuyucuya veriyor.
Ağıtçı kadının ölenlerin arkasında ağıt yakması için çok ağır bir keder olması lazım ki bunu da ölenin yaşamöyküsüyle çok güzel yapıyor yazar. Okuyucu da ölünün kederli geçmişi ya da tam tersi bir anlatımla parlak, başarılı bir yaşam, hüzünlü bir ölümle karşılaşınca (görünce, okuyunca) empati yapmakta zorlanmayarak ağıtçı kadının yerine geçebiliyor. Kitabın tümüne yayılan acıklı yaşamöykülerinin en kallavisi elbette ki ağıtçı kadının Heves Ali denilen sevdiğinin peşinden ömrünü harcaması.
Bir dönem sakin ve huzurlu olan ovalarını anlatırken fırtına öncesi sessizliği anlattığını sonradan anlasak da aslında onuncu bölüme kadar hangi zaman diliminde geçtiğini anlamayız olayları. Akıp giden öykü bu bölümden sonra bize Evren ismini bir yerlerde fısıldarken içinde yaşadığımız evrenden bahsetmediğini, son kuşakların “tontoş ressam dede” diye bildikleri ama aslında seksen darbesinin, zulmünün mimarı, uygulayıcısı, planlayıcısı Kenan Evren’den bahsettiğini anlarız.
Haw’da Turkuaz karakteri ile bölgedeki faili meçhullerin karanlık ismi Yeşil’e gönderme yaptığı gibi bu romanda da çizdiği romantik, hayvansever ve sadık eş figürü ile özdeşleştirdiği Sedat karakteri ve köpeği Co ile de Diyarbakır zindanlarının zalim, işkenceci komutanı Esat Oktay Yıldıran’dan bahsettiğini anlamak zor değil.
Ağıtçı kadının sevdiğini, sevdalısını bulmak için en ufak bir işareti bile değerlendirip İstanbul, Bursa, Erzurum, Konya yollarına düşerken içindeki umut ışığını hiç kaybetmemesi, her öykünün sonunun acıyla, kederle, hüzünlü bir vedayla, ağıtla bitmesini perdeler nitelikte.
Gezdiği şehirlerin sokaklarının kokularını, kaldırım taşlarını, duraklarını, cami isimlerini vererek, belirterek ilerleyişi sahicilik hissini güçlendirmiş.
Altın yüzük ağıdı bölümünde, basında, medyada, sosyal medyada son dönemlerde hükümetin kirli ve kanunsuz işlerini, planlarını önceden deşifre ederek fenomenleşen FuatAvni isimli kişinin repliğini, sloganını, iş bitirme, becerme yöntemine göndermede bulunarak en baştan beri romanın siyasi, politik ayakları üzerine oturduğunu vermeye çalıştığını söylemek çok da yanlış olmaz.
Romanı oluşturan birçok öyküde de göründüğü üzere coğrafya kaderdir demeye getirdiğini, hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını, önyargıların tam da görünüşe göre değerlendirmekten doğduğunu, ölünün ağıdını dinledikten sonra, bunu kırmanın yolunun da yönteminin de sanıyorum birazcık karşımızdakini dinlemekten geçtiğini altan alta verdiğini söyleyebiliriz.
Nice civanları, yetenekleri, cevherleri çelik ağızlı değirmende öğüten amansız, kirli otuz yıllık bir savaş. Bunu en güzel tükenmiş bir ümidin ağıdı bölümüyle işlemiş.
Sistemin eleştirisini çatılı resim örneğiyle verirken aynı zamanda gün geçtikçe şablonlaştırılan, ezbere eğitimi kalıcılaştıran, tek tipleştiren eğitimi yererken aynı örnek üzerinden özgürlüğe kapıyı da buradan açıyor. Devleti temsil eden resmi de güzel çiziyor.
Ağıtçı kadının heveeesss Alii derken kulağımızın eşik altından giren tıslama sesini Yavuz Tuğrul’un doksanların ortalarında Türk film sektörüne canlılık ve cesaret getiren Eşkıya filmindeki aşk küskünü kadının eşkıyaaa derkenki sesiyle Peter Jacskon’ın Yüzüklerin efendisi serisindeki Gollum karakterinin efendimisss diye fısıldadığı sesi çağrıştırmış.
Romanda kelebek etkisini görmek olası. Afrika kıtasındaki kelebeğin kanat çırpışındaki sesi, etkiyi, devinimi başka bir coğrafya parçasında hissetmek, yaşamak mümkün. Afrika’da kelebek kanat çırpar Diyarbakır’ın karanlık zindanlarının birinde köpek Co’nun tüyleri oynar! Bir öyküyü diğerinin ucuna bağladığımızda ne eğreti duruyor ne de arkasına koyduğumuza kopukluk oluyor. Kısacası acılar coğrafyasındaki öyküler üç aşağı beş yukarı birbirine benzer.
Kitabın kapağındaki iki boş naylon ayakkabı da ölümün, ölülerin, ölenlerin peşinden gidişi simgelemiş dersek yanlış yorumlamış olmayız kanımca. (HB/AS)