Bağlamından ve konjonktürden koparılarak yorumlanır veya yüzeyden ve sırf olgusal karşılaştırma düzleminden bakılırsa, 2010 Yüksek Askeri Şurası'nda (YAŞ) ve devir-teslim törenlerinde yepyeni ve (Orgeneral Başbuğ'un not edilmesi gereken konuşması ile aile efradına minnettarlık ifade edilirken cereyan etse de bir bunaltının dışavurumu olan ağlaması hariç) "ilk" olarak nitelendirilebilecek bir durum yok.
Öyle ya, zaten "milli şef" ve "paşa" olmanın verdiği müktesep bir hak ve yetkiyle Mareşal Fevzi Çakmak'ı harcayan İnönü bir yana, Menderes, Demirel, Ecevit ve Özal komuta kademesinin şekillenmesine müdahale edip, TSK'nin (görev mekânı gereği sermaye ile hemhal olma imkânı bulan 1. ordu komutanı daima kara kuvvetleri komutanı olur ve genelkurmay başkanı da kara kuvvetlerinin tercihen NATO turnikesinden geçmiş rütbelilerinden gelir gibisinden) teamüllerine çomak sokmadılar mı?
Bunun "modern" veya post-modern darbeleri önlemeye yetmediği aynıyla vaki değil mi? TSK'nin tarihi bir dizi geniş çaplı tasfiyeye ve iç çalkantıya tanıklık etmiyor mu? Geçmişte, bir komutanın (Hasan Iğsız) emekliye sevk edilmesinin, bir komutanın ise (Atilla Işık) emekliliğini istemesinin yol açtığı kaydırmalara ve "teamül" ihlallerine benzer örnekler yok mu?
Görünüşün ötesi: "En buruk 30 Ağustos..."
Ama olguları bağlamına yerleştirerek ve uzunca bir dönemdir yaşaya geldiğimiz bir "rejim krizi" sürecinin içinden bakarak anlamlandırdığımızda, kazın ayağının bir tekerrürden çok ama çok fazlasına işaret ettiği de apaçık bir gerçek. Zamanında Marx söylemişti; dış görünüşle şeylerin özü aynı olsaydı bilime ne hacet vardı diye. Aslına bakılırsa, durumun farklı olduğunu anlamak için çok fazla "bilimsel" titizlenmeye de gerek yok, birazcık feraset ve algı keskinliği yeter de artar bile. Nitekim 30 Ağustos tarihli Posta gazetesinde, Mehmet Ali Birand, adeta yazıklanan ama gene de serinkanlı bir ruh hali içinde, "ilk"in ne olduğuna dair oldukça yerinde bir tespitte bulunuyor:
"Ancak, ilk defa öyle bir 30 Ağustos yaşanıyor ki, bugüne kadar hiçbir asker böyle bir durumla karşı karşıya kalabileceğini düşünemezdi. Muvazzafı, emeklisi ve sivil destekçileriyle birlikte, Türkiye'nin askeri ön planda tutan, laik kesimin bir güvencesi gibi gören kesimi şok içinde bir bayram kutluyor. Artık ortada ne eskisi gibi dev bir siyasi güç var, ne de her şeyin üstünde tutulan bir konum. Bitti artık..."
Birand'ın bu tasvirinin, "sivil destekçileri" bir yana, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hali pür melalini anlatmakta yetersiz kaldığı dahi söylenebilir. Durumu aslına uygun olarak resmetmek ve göze batırmak için daha keskin vurgular gerekiyor: TSK, bu 30 Ağustos'a kesif bir moral bozukluğuyla, artan intiharlarla (Türkiye'nin dünya birinciliğine oynadığı kışladaki er intiharları ve "eğitim zayiatları" ile değil, subay intiharlarıyla), istifalarla, Kürt savaşında başarısızlık ve çift yönlü hırpalanma hissiyle, nazire olsun diye Büyükanıt'ın kulaklarına çınlatacak olursak "BBG evi"ne dönme çaresizliğiyle, ekip ve "asparti" kenetlenmesinin buharlaştığı bir iç güvensizlik iklimiyle, mahkemeye düşmüş emekli paşaların birbirlerine ve muvazzaf paşalara tarizleriyle, astların kifayetsiz buldukları genelkurmay başkanına veya "kaptan"a ağız dolusu saydırarak kendilerini rahatlattıkları bir can sıkıntısı ile ve habire bilgi-belge sızdıran "ihbarcılar" hariç rütbelilerinin ezici bir çoğunluğunun çok yönlü bir itibarsızlaşma nedeniyle muzdarip olduğu bir bilinç karmaşası ve "var oluşsal" semptomlarla, vb girdi.
Balyoz soruşturmasında adı geçen ve terfi alamadığı için istifa eden Deniz Harp Okulu Komutanı Tuğamiral Türker Ertürk'ün sözlerinde ifadesini bulan ruh hali çok kişisel sayılmamalı: "İhbar mektupları öldürücü, TSK'de anormal boyutlara gelmiş... Bu bir dar'ül-harp. Savaş var, her yol mubah. Karalama, çirkeflik serbest. İmzasız ihbarlardaki ahlaksızlığın boyutunu anlatamam... Bir sürü ihbar var. Ya istifa et, ya intihar et, diyorlar."
Ama bütün bu toz dumanın, hasarın ve burukluğun gerisinde bir gerçek duruyor: Öncesinde yaşananlarla birlikte 2010 YAŞ'ı ve 30 Ağustos'u, aynı zamanda, Dolmabahçe mutabakatıyla düğmesine basılan bir tasfiye sürecinin esas itibarıyla bitirildiğinin, TSK'nin kendisini Ergenekonculuktan ve Avrasyacılıktan arındırdığının, komuta kademesini buna göre şekillendirdiğinin ve yeniden yapılanmanın ana hatları konusunda kendi içinde ve hükümetle belirli bir mutabakata vardığının da ilanıdır. Başbuğ'un zor bir dönemde görev yaptığından yakınması ama gene "fırtınalı denizde gemisini en az hasarla karaya yanaştıran kaptan" olmakla övünmeye çalışması bu anlama geliyor.
Tersinmez olan
Burasının gerisine gidilemeyecek bir dip noktası olup olmadığı tartışma götürürse de, şimdi bu haldeki bir TSK'nin başına, hiçbir soruşturmada adı geçmeyen ve Wall Street Journal'ın nitelendirmesiyle AKP onu engelleyecek gerekçe bulamasın diye "pamuklara sarılıp saklanmış" ve ilk önemli icraatı TSK'nin belalısı Taraf gazetesinin taze bir iddiası için anında idari soruşturma emri vermek olan bir komutan, Orgeneral Işık Koşener oturdu.
Yeni komutan, zamanında Hilmi Özkök'ün yanında saf tuttukları için çeşitli darbe planlarından uzak durmuş olsalar da bir geçiş döneminde görev yapan Büyükanıt ve Başbuğ'un yüklerinden ve bulaşık hallerinden münezzeh olabilir. Başbuğ ona ezerek, tasfiye ederek ve hizaya getirerek "mıntıka temizliği yapılmış" bir TSK devretmiş olabilir. Ama bu, TSK-nin şimdiki veya müteakip komuta kademelerinin marifetiyle iktidar bloku içindeki eski ağırlığına şu veya bu yolla yeniden kavuşacağı anlamına gelmez. İktidar bloğunun yeniden şekillenmesi, TSK'nin buradaki ağırlığının ve payının göreli olarak azaltılması (bloğun dışına çıkarılması değil) artık kalıcı ve tersinmez bir durumdur. Yukarıda anılan yazısında, Birand, bu hususta da doğru bir noktaya parmak basıyor:
"Doğrusunu söylemek gerekirse, TSK'nin konumundaki büyük değişiklik henüz ciddi şekilde anlaşılabilmiş veya hazmedilebilinmiş de değil. Hâlâ, sanki geçici bir durumla karşı karşıya bulunulduğunu, bu ortamın bir gün değişebileceğini hatta eski günlere dönüleceğini düşünenler var. Bazıları, adeta kötü bir rüya görülüyormuş ve yakında yeniden uyanılacakmış gibi davranıyor."
Hale sökmek
Olup biteni ve tersinmez olanı Marx'ın yardımına başvurarak daha da belirginleştirebiliriz. Marx, Manifesto'da burjuvazinin başarımlarını ve kendi suretinden bir dünya yaratma sürecini anlatırken, "burjuvazi o zamana kadar saygı duyulan ve huşu ile bakılan her mesleğin halesini söküp attı" der. Yakın zamanlarda TSK'nin başına gelenleri de değişik bir açıdan bir tür gecikmiş hale sökümü olarak adlandırabiliriz. Kökeni cumhuriyetin kuruluş yıllarına dayanan, silah gücüyle desteklenen, eşitsiz gelişmenin bürokrasiye aşırı bir özerklik kazandırmasının ürünü olan, Marx'ın Louis Bonaparte dönemi için kullandığı "burjuvazinin siyasi olarak mülksüzleştirilmesi" halini, en azından bir çeşit eksik pay verme biçiminde müzminleştiren, TSK'nin ayrıcalıklı bir zümreyi andıran var oluş tarzından hem beslenen hem de onu meşrulaştıran bir halenin sökümü... Bunun İslamcı bir hükümet dönemine denk gelmesi ise tarihin bir ironisi olsa gerek.
Aslına bakılırsa, TSK içindeki Avrasyacılık, halisane duygularla memlekete bir stratejik yön değişikliği önermekten ziyade, önerenlerin ayrıcalık koruma ve ikbal arayışlarının bir ifadesiydi. Hakeza, eski "simetrik" günlerin ardından hayıflanırcasına, "asimetri" sözcüğünün TSK literatüründe kötücül bir anlam kazanmasını da, hale sökücü dinamiklere bir tür içgüdüsel tepki addedebiliriz.
Erdoğan'ın başarısı mı?
Başbakan Erdoğan ve partisinin "başarılı" denebilecek hamle ve taktiklerle iktidar kavgasında şu ana kadar mevzi kazana geldikleri, kendilerini destekleyen sermaye hiziplerinin ağırlığını arttırdıkları, aşağıdan ve yukarıdan çift yönlü bir hareketle hakimiyet alanlarını genişlettikleri bir gerçek. Ama TSK'nin geriletilmesi söz konusu olduğunda, Erdoğan bir ilki başaran ve kimsenin yapamadığını yapan bir kahraman değil. Unutmayalım, öncesinde Özal'ın denemesi var.
Ama daha mühimi şudur: Erdoğan ve partisinin elini güçlendiren ve zarının düşeş gelmesini sağlayan; TSK'nin komuta kademesinin kendisini bir iç temizlik yapmak zorunda hissetmesi ama bunu sadece kendi iç dengelerine dayanarak, uluslararası dinamiklerin, yargının, kamuoyunun, hükümetin, polisin, vb. yardımı ve dahli olmaksızın yapamayacak durumda olmasıydı. Büyükanıt'la başlayan ve Başbuğ'la süren Dolmabahçe mutabakatı bu zorunluluğun ürünüydü. Erdoğan'ın ve cemaatin bunu kendileri bakımından bir fırsata dönüştürdükleri, sınırları sık sık zorladıkları ve bilinen soruşturmaların ötesinde bir bütün olarak TSK ve müttefiklerini geriletmek için durumdan azami ölçüde yararlandıkları muhakkak. Bu açıdan da bakıldığında, başarı sadece Erdoğan'a ve cemaate ait değil, öncesinde Büyükanıt'ın, sonrasında gemiyi en az hasarla karaya yanaştırdığını iddia eden Başbuğ'un da hakkı teslim edilmeli!.. (KK/EÜ)
* Kenan Kalyon'un yazısını Ekmek ve Özgürlük dergisinin eylül sayısından alıntıladık.