Mitolojiye meraklı bir ilkokul öğrencisi olarak Troya’yı 1970’li yılların ortalarında ziyaret ettiğimde büyülenmiştim.
Binlerce yıl önce yapılmış ramplarda yürüyüp Sur kapılarından ya da aşınmış eşikli bina girişlerinden geçmek, sunakların etrafında ya odeonun sıralarında gezinmek bir efsaneye zaman farkıyla da olsa doğrudan tanık olmanın ta kendisiydi.
Burası Ortaçağ’dan 19. yüzyıl sonlarına dek varlığı unutulmuş küçük bir höyükken, burada bulunan eski devirlere ait bir hazine sayesinde Batı dünyasının ilgi odağı haline gelmişti.
Almanya'da bir arkeoloji meraklısı iş insanını Batı kültürünün temel taşlarından olan İlyada destanında anlattığı Troya kentini bulma yolundaki azmi ve çabaları, Hisarlık höyüğünde sonuç vermişti. Kazılar 1868’den 1938’e aralıklarla sürmüştü.
Bu kazılar sonrasında, kısıtlı bulguların tam olarak hangi dönemlere ait olduğu bilinmeksizin ve 19. yüzyıl romantizminin etkisiyle de, burası Eski Yunan-Roma tarihinin en destansı kahramanlarının savaştığı yer olarak tanındı.
Eski Yunan efsanesinin gölgesinde
Bulgular 20. yüzyıl içinde daha net biçimde tarihlenmeye başlasa ve hazinenin Eski Yunanlılardan en az 1000 yıl öncesine ait olduğu saptansa da, bu Eski Yunan-Roma algısının değişmesi uzun zaman alacaktı. Efsaneye konu olan rekabetin ve ihtilafın, Homeros’un yaşadığı Eski Yunan döneminden en az dört buçuk yüzyıl öncesine ait olduğunun anlaşılması da bu algının değişmesini kısa vadede etkilemeyecekti. Zamana, değişen dile ve kültürlere direnmiş bir efsane…
Zaman geçtikçe orada gördüğüm ama kafamda bir yere oturtamadığım dokuz katlı kalıntıların ne olduğunu anlamak için kaynaklar bulmaya çalıştım.
İnternete kavuşmamıza çok vardı. Neredeyse bir yüzyıldır tekrarlanıp duran kısıtlı standart bilgilerin ötesine geçmek zordu. Arkeologlar için yazılmış İngilizce bir iki kitap üzerinden bu dokuz katmanın nasıl dönemlendirildiğini öğrendim. Ancak Bakır, Tunç ya da Demir çağlarının, teknolojik gelişmeler dışında ne anlam taşıdığını öğrenemedim.
Tabelalar yetersiz
Üniversite yıllarımda, ilk ziyaretimden on yıl kadar sonra, Batı Anadolu’daki antik kentleri de gezmiş olarak ikinci kez gittim Troya’ya.
Çocukluğumda beni büyüleyen bu mekânın ne küçük boyutlu olduğunu, uzman olmayan bir göz için algılanmasının ve kavranmasının hiç de kolay olmadığını fark ederek bir tür hayal kırıklığı yaşadım. Temsili tahta at iyice köhnemiş göründü gözüme bu kez. Yönlendirme ve açıklama tabelaları da hâlâ yetersizdi.
En büyük sürpriz ise, Çanakkale’de kurulan yeni müzeydi. Şehir merkezindeki bu küçük ama özenle tasarlanıp düzenlenmiş müze aslında Troya’nın çoktan hakkettiği bir şeydi. Müzede Troya’dan gelen buluntuların çok da fazla miktarda olmadığını fark etmiştim.
Bölgedeki diğer kazılardan gelen buluntularla bir tür bölge müzesi kurmuşlardı. Sergilenen eserler arasında, geldikleri yerler farklı olsa da dönemsel ve kültürel bir bütünlüğün olduğunu görmek güzel bir sürpriz olmuştu.
Bunun aslında Troya’yı 19. yüzyıldaki o romantik Eski Yunan-Roma kurgusundan kurtarıp tarihsel perspektifteki yerine oturma yönünde önemli bir adım olduğunu anlamam biraz daha zaman alacaktı.
Yeniden başlayan kazıların netleştirdiği manzara
1990’lı yıllarda misafir gezdirmek için gittiğimde tabelaların daha bilgilendirici hale geldiğini gördüm. 1930’lu yıllarda duran kazıların yarım yüzyıl sonra, 1988’de yeniden başlamasının bunda etkisi büyüktü.
Kazı evinden dönüştürülmüş küçük sergi alanı bilgilendirme levhalarıyla dolu kalıcı bir sergiye evrilmişti. Bu sergide dokuz katlı höyüğün aslında uzun dönemler bir akropol olduğunu, altıncı ve yedinci katmanlarda, asıl kentin onun eteğindeki düzlüklerde yayıldığını öğrendiğimde şaşırdığımı hatırlıyorum.
Bundan daha da şaşırtıcı olansa, şehrin Hitit kaynaklarında geçen Wiluşa olduğunu öğrenmemdi. 19. yüzyılın romantik Eski Yunan-Roma şehri kurgusu yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı.
2000’li yıllarda kazı alanında, üzeri hafif bir tente çatıyla örtülü, ikinci katmana ait -kısmen rekonstrüksiyondan geçmiş- kerpiç sur duvarı ziyarete açıldı. Uzman olmayan biri için bu da büyük bir sürprizdi.
Aynı dönemde Hitit başkenti Hattuşaş’ın surlarının da bir kısmı kerpiçle restore edilerek ziyarete açıldı. Çanakkale Müzesi’nde ilk kez şahit olduğum bölgesel bağlantıların ve sürekliliklerin Anadolu’nun kalbine ve Eski Yunan-Roma olmayan bir kültüre dek uzanması, Antik Çağ ve öncesinin tarihine bakışımı değiştirmişti.
Bir tarihi yeni baştan yazmak
1988’de başlayan kazıların yöneticisi Manfred Korfmann’ın önderliğinde 2001 yılında Almanya’nın üç kentini dolaşan Troia: Düş ve Gerçek sergisi açıldı.
Korfmann sergi kataloğunun sunuş yazısında Troya’nın Eskiçağ’dan başlayarak yüzyıllar ve çağlar boyunca Avrupa kültürünü ve siyasetini nasıl etkilediğini anlatıyor, on yıldan fazladır süren yeni kazıların ve bunlara paralel olarak yürüyen disiplinlerarası çalışmaların bu algıyı değiştirecek önemli bulgular sunduğunu belirterek sözü bulgulara ve Troya üzerine çalışan uzmanlara bırakıyordu.
Sergi 14 ülkedeki 114 müze, vakıf, kurum, kütüphane ve koleksiyonerden ödünç alınmış eserler ve bunları yakın zaman öncesine dek az bilinen tarihsel bağlamlarına oturtan uzmanların bilgileriyle birlikte seyirciye sunulmuştu.
Korfmann sergiyi gezen ve katalogdaki 54 makaleyle de bu tecrübesini pekiştiren seyircilere sonsözünde, artık Troya’nın tarihsel arkaplanının daha net olarak çizildiğini, bir Eski Yunan-Roma şehrinden çok, Tunç Çağı’nda Hititler başta olmak üzere Anadolu ve Ege bölgesindeki farklı kültürlerle zengin bağlantıları olan bir şehir olduğunun anlaşıldığını söylüyordu.
2010’lu yıllarda ortaokul çağındaki çocuğumu Troya’ya götürdüğümde, onun yaşlarındayken yaptığım ziyarettekinden çok farklı bir Troya görüyordum.
Kalıntılar ve buluntular aynıydı, ama son çeyrek yüzyıldaki araştırmaların ve kazıların sonuçları bu efsanenin arka planını sislerle dolu bir manzara olmaktan çıkarıp somut bulgular ve veriler ışığında yeniden ve ayrıntılı olarak çizilen bir tabloya dönüştürmüştü. Bu tablo da 19. yüzyılda kurgulanmış o romantik tablodan daha az renkli ve ilginç değildi.
BBC’nin 2018’de yayınladığı Troy: Fall of a City adındaki belgesel drama, Troya tarihine bu bilgi birikiminin ışığında bakan cesaretli bir girişimdi. Ancak Avrupa’da Batı uygarlığının temel taşı olarak okutulan İlyada ve Odisseia’yı Eski Yunan-Roma çerçevesinden ve Eskiçağ’dan çıkarıp Tunç Çağı’nın Miken şehirleri ile Hitit konfederasyonu arasındaki sosyo-ekonomik çatışmaların odağına oturtan bu yapımı seyirciler tepkiyle karşıladı.
Konvansiyonel Batı tarihini revize eden ve Batı medeniyetinin öncüsü kabul edilen eski Yunanlıların öncüllerini pek de medeni göstermeyen bu yapım, tam da bu sebeplerden ağır eleştiriler aldı. Yapımcıların Yunan ilahlarıyla destan kahramanlarından bir bölümü için beyaz olmayan aktörler seçmiş olması da bu durumun üstüne tuz biber ekti. Ama benim gibi bu tarihe Ege’nin doğusundan bakan biri için bu dizi her yönüyle heyacan vericiydi.
Troya’da tüm kültürleri içeren son katman: Müze
Bu dizinin yayınlandığı yıl, Troya iki asırdır beklediği müzesine kavuştu. Ben müzeyi 2024 yazında görebildim. Artık terk edildiğini düşündüğüm mimarlık yarışması yoluyla seçilen tasarımıyla da, teşhirleriyle de Troya ve Doğu Akdeniz arkeolojisine yaraşır bir müze olduğunu düşünüyorum.
Zemin katında, günümüzde Biga yarımadası dediğimiz kadim Troas bölgesi, pek çok arkeolojik yerleşimiyle karşılıyor ziyaretçileri.
Ziyaret Troya’nın, destan anlatısının yarattığı o “tarih mekânında tek başına bir şehir” olmadığını kavrayarak başlıyor. Sonraki katlar şehrin her katmanına ait bölümlerle kurgulanmışsa da, komşu yerleşimlerden gelme ve bölgesel kültürün gösterdiği sürekliliği gözler önüne seren buluntular Troya’nınkilerle birlikte sergileniyor.
Değişimler, kopuşlar ve süreklilikler
Müzenin en çarpıcı ve öğretici teşhirleri, Bakır Çağı’ndan geç Roma dönemine uzanan dönemleri/katmanları, o dönemin bilinen siyasi, kültürel, ticari birimleriyle bir arada ve bu birimlerin Troya’yla bağlantılarıyla gösteren haritalı levhaları.
Sıradan bir ziyaretçi için tarihteki teknolojik bir adımdan öte fazla bir anlam taşımayan Bakır, Tunç ve Demir çağlarındaki kentlerin ya da siyasi birimlerinin Troya ile nasıl ticari ve kültürel etkileşimleri olduğunu görmek büyüleyici.
Meraklı bir ziyaretçi için bu çağlar da bu bilgiler sayesinde çok daha somut ve anlaşılır hale geliyor. Binyıllar boyunca toplumların, kültürlerin, dillerin, alfabelerin, ittifakların nasıl değiştiğini, istilacı dalgalarının nasıl gelip geçtiğini izleyebilmek çok çarpıcı. Bunun yanı sıra hem Tunç çağında kullanılan boya ve perdah gibi çömlekçilik tekniklerinin bölgede hâlâ nasıl canlı olduğunu gösteren teşhir, hem uzak mesafe ticaret ağlarına dair haritalar bütün değişimlere, dönüşümlere, kopuşlara rağmen sürekliliğin de varlığını kuvvetli biçimde hatırlatıyor.
Müzenin son bölümünde Troya'nın Geç Yunan ve Roma dönemlerinde, stratejik ve ticari önem taşıyan bir şehirden çok turistik bir merkez olarak inşa edildiğini ve aslen ziyaret merkezi olarak birkaç yüzyıllık bir son gürlüğü yaşadıktan sonra Ortaçağ’da Bizans döneminde söndüğünü öğreniyoruz.
Sönüşünü izleyen yüzyıllardan 19. yüzyılın romantik arkeolojisine geçerek, Osmanlı döneminde Troya’nın hem Osmanlı fikir dünyasında nasıl bir yeri olduğunu hem de burada başlayan kazıların ve keşiflerin -ve bunu izleyen dünyanın en meşhur tarihi eser kaçakçılığı hikâyesinin Osmanlı tarafının- hikâyesini meraklı ayrıntılarla gözler önüne seriyor.
Bu bölüm ilgi çekmiş olmalı ki, sıkı bir arşiv taramasıyla hazırlanmış yeni bir sergi/seksiyonla daha da zenginleştirilmiş. Genel kabul gören anlatının aksine, Osmanlıların bu hazinelerin kaçırılması üzerine Avrupa’da bir kamuoyu oluşturmak ve hukukla haklarını aramak için verdikleri azimli uğraşı öğrenmek de ayrıca çarpıcı. Kaçırılan hazinenin şimdilik Moskova’da bitmiş görünen macerasının da, özellikle algılaması ve erişilmesi güç biçimde kurgulanmış bir teşhirle sunulması da gayet manidar.
Mekân tasarımıyla, yoğun bilgiyi kolay algılanabilir biçimde sunuşuyla, zengin teşhirleriyle ve Batı kültürünün temel taşlarından biri olan bu arkeolojik yerleşimi 19. yüzyılda oturtulduğu —ancak tarihinin sadece kısa bir bölümüne denk düşen— Eski Yunan-Roma çerçevesinden çıkararak artık çok daha iyi bilinen geniş bağlamında ele alan yaklaşımıyla, bu müze benzersiz bir ziyaret deneyimi vaat ediyor.
(EY/EMK)