Bu sene 17-23 Ocak tarihlerinde düzenlenmiş Trieste Film Festivali sürerken, yörenin nabzını tutan yerel Il Piccolo gazetesi sinema dışındaki genel gündemi de dikkatle takip ediyordu.
38 yaşındaki Gürcü mülteci Vakhtang Enukidze’nin senelerden beri skandallara sahne olan Gradisca mülteci kampında, güvenlik kuvvetlerinin toplu dayağı sonucu 18 Ocak’ta kaldırıldığı hastanede ölmesi büyük öfkeye yol açmıştı…
23 Ocak’ta, Milano Kürt cemaati sözcüsünün katılımıyla Rojava’da savaşın tesiri altında yaşanmakta olan insani krizin Trieste’de tartışılacağı Kürdistan akşamı, Kürdistan-Trieste Koordinasyonu tarafından düzenlenecekti…
Mısır’da ortadan kayboluşunun dördüncü yılında, akıbeti Mısırlı yetkililer tarafından hâlâ ortaya çıkarılamamış İtalyalı Giulio Regeni için 25 Ocak’ta, Trieste Borsa Meydanında protesto etkinliği organize edileceğine dair bilgi veriliyordu…
Holokostu hatırlama günü olan 27 Ocak Nazilerin yok etmek istediklerini yaktığı fırınlardan birine sahip Trieste’de daha bir yoğun yaşanacaktı…
İtalya başbakanı Giuseppe Conte Libya kriziyle alakalı olarak ABD’ye seslenirken: “Rusya ve Türkiye’yi dizginleyin!” diyerek yardım talep ediyordu…
Erdoğan Avrupa Birliğini tehdit ediyor, “Sarraj düşerse teröristler gelir” diyordu…
Trieste’de gittikçe azalan tarihî Yunan cemaatine nispet yaparcasına Sırp-Ortodoks cemaatinin önderliğinde Teofanya bayramını kutlamak üzere haç Canal Grande’ye atılıp yağız gençler tarafından çıkarılmıştı…
Türkiye’den birçok RoRo gemisinin yanaştığı Trieste limanı dahil, Friuli-Venezia Giulia bölgesindeki birçok benzer kurumun organize suç örgütlerinin serbestçe faaliyet yürüttüğü yerler haline geldiği, kaçakçılık, sahtekârlık, vergi kaçırma, sahte markalı ürün ticareti, haraç gibi pratiklere yataklık yaptığı iddia ediliyordu. Ayrıca Trieste’nin kara para aklama başkentlerinden biri haline geldiği belirtiliyordu…
Flavia sokağında arabalara da hizmet veren yeni McDonalds bir anda Trieste’lilerin aşırı ilgisine mazhar olmuştu…
Komşu Slovenya’nın Sezana kentinde bir dükkân, yarım saati 60 Euro’ya, bir saati 80 Euro’ya, iki saati 120 Euro’ya kiralanan, insan ısısına sahip Çin malı şişme kadınları müşterilerinin hizmetine sokmuştu…
Milliyetçi siyasetçi Matteo Salvini belediye seçimlerinin arifesinde, aleyhinde gerçekleşecek insan alıkoyma suçundan yargılamayı solculara karşı bir propaganda unsuru olarak kullanmaya hazırlanıyordu…
Trieste’nin yanıbaşındaki Gorizia’da, bazılarına göre işkenceci olan meşhur Faşist birliğinin şehitlerini anma etkinliği mahkeme tarafından sakıncalı bulunmayıp organizasyonuna izin verilmişse de, aşırılıklarıyla tanınan CasaPound grubunun katılımı uygun görülmemişti…
Şeytan çıkarma ayinleriyle tanınan din insanı Don Giurissi 81 yaşında vefat etmiş ve Trieste’deki cemaatini yasa boğmuştu…
Şehirde mühim sergiler
31. Trieste Film Festivali sürerken kentteki sanatsal faaliyetlerden bir tanesi Giuliana Carbi’nin yönetimindeki Trieste Contemporanea tarafından açılan fotoğraf sergisi ve ona bağlı yan etkinliklerdi. Studio Tommaseo’da sergilenen eserler Polonyalı sanatçı Michał Szlaga’ya ait olup Solidarność (Dayanışma) sendikasının doğduğu Gdansk’taki tersaneyi (Stocznia) belgeliyordu.
Fakat bir zamanlar 15 bin kişiye iş imkânı sağlayan tersane zamanla atıl bir hale getirilmiş ve neoliberal şehircilik politikasına alet edilmişti. Kentsel dönüşüme karşı çıkanlar arasında yer almış Szlaga’nın muhteşem fotoğrafları, bir dönem protestolara da sahne olan tersanenin perişan ve terk edilmiş halini hüzünle yansıtıyordu.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun şaşaasını layıkıyla temsil eden, bir zamanlar deniz kıyısında olup bugün marinayla kuşatılmış sarayımsı balık hali bu aralar mühim bir sanatçıyı misafir ediyordu.
Sağcı Trieste Belediye Başkanlığınca açılan sergi, genelde mekâna gölge düşüren etnografik sergilerden daha ilginç olup Hollandalı grafik ustası Maurits Cornelis Escher’in eserlerini yakından görmek isteyenler için biçilmiş kaftandı.
Sanatçı, verimli kariyerinde ilk dönem İtalya’ya odaklıydı. Çizmenin bilhassa güneyindeki dağ köylerine sık sık yapacağı seyahatler ve uzun ziyaretler sırasında, sonradan geliştireceği tarzının tohumlarını ekiyordu. Aslında matematikçi olmamasına rağmen eserlerinde matematiksel estetiği zirveye taşıyan Escher’in sergisinden büyülenmiş olarak çıkmak benim için hiç de şaşırtıcı olmadı.
Yalnız tüm dünyada olduğu gibi İtalya’da da dehşet estiren kulak tırmalayıcı diksiyon fenomenine istemeden maruz kalmak hiç hoşuma gitmedi. Sergiyi gezenler için öngörülmüş, birçok eser hakkındaki açıklamalardan oluşan bant kaydını seslendiren kadın bilhassa çe, ce ve şe seslerini telaffuz etmiyor, yerine tse, dse ve se sesleri çıkarıyordu. Bu gidişle ağız ve dudak dolusu telaffuzlardan korkar hale geleceğiz sanırım!
Ya sinema?
Trieste’ye doğru RoRo gemisiyle seyahat ederken seyretmiş olduğum, İtalya sinemasının klasiklerinden sayılan Elio Petri imzalı İşçi Sınıfı Cennete Gider ve Francesco Rosi’nin İsa Eboli’de Durdu filmlerinde başrol, o dönemin gözde oyuncusu Gian Maria Volonté’ye aitti.
Geminin limana epeyce geç yanaşmasıyla daha önce planlamış olduğum gibi Trieste’de gösterimde olan ne Matteo Garrone’ye ait Pinokyo’nun yeni versiyonunu, ne de Checco Zallone’nin son filmi Tolo Tolo’yu izleyebilecektim. Oysa İtalya’nın son yıllarda en başarılı yönetmenlerinden biri olan Garrone’nin Pinocchio’yu uzun yıllardan beri çekmeyi hayal edip kendine has tarzıyla kotarması beni meraklandırmış, komedyen Zallone’nin mültecilerle ilgili son filminin ise memleketteki ırkçıları, milliyetçileri, kısaca faşistleri kızdırmış olması beni epeyce motive etmişti.
Kentteki sinema seanslarıyla festival başlamadan önceki dar vaktimin uyuştuğu yegâne gösterim İtalya’nın şaibeli politikacılarından sosyalist Bettino Craxi hakkındaki Hammamet’ti. Neyse ki filmin yönetmeni ülkenin saygın sinemacılarından Gianni Amelio’ydu ve kaliteli bir eserle karşı karşıya kalma ihtimalim yüksekti. Hayatının son dönemini Tunus’ta sürgünde geçirmek zorunda kalmış lanetli politikacı Craxi tüm karakter bozukluklarına rağmen gayet zeki bir kişilik olarak karşımızdaydı; eğrisi ve doğrusuyla neredeyse tüm yolsuzluklarından aklanıyordu!
Çizmenin sonradan Berlusconi’ye teslim olmasının baş müsebbibi olarak anılan Craxi filmi izlediğim tam da o günlerde ölüm yıldönümü nedeniyle İtalya’da fazlasıyla gündemdeydi; bol konuşmalı film yeterince sürükleyici olsa da birçok ayrıntıyı anlayabilmek için ya İtalya siyasi tarihine vâkıf olmak veyahut politika hakkında ahkâm kesebilmek gerekli gibi görünüyordu; yine de sinemadan derinden etkilenmiş vaziyette çıktım. Ne de olsa kurt siyasetçiyi son dönemin başarılı aktörü Pierfrancesco Favino, makyaj ustalarının da büyük katkısıyla birebir canlandırmıştı. Üstelik HammametOmero Antonutti’nin vefat etmeden aktörlüğünü konuşturduğu son film olduğu gibi Claudia Gerini’nin de metres rolüne hakkını verdiği büyük kadrolu bir eserdi.
Favino’nun geçtiğimiz aylarda Ayvalık Film Festivali ve Filmekimi’nde gösterilmiş Hain (Il Traditore) adlı yapımda, yine büyük başarıyla mafya üyesi Tommaso Buscetta’yı da canlandırmış olması tabii ki aklıma Gian Maria Volonté’yi getirmişti. Mazide İtalyan sineması çok daha başarılı ve siyasi açıdan günümüzle kıyaslanamayacak yetkinlikte angaje olsa da Favino’nun sivrilmesi bana son yılların revaçtaki diğer aktörü, Favino’nun bu aralar adeta solladığı Toni Servillo’yu da hatırlattı.
Kariyerinin zirvesinde sayılan Favino’nun becerisi Trieste Film Festivalinde de ifade edildi, Hain filmi etkinlik sırasında verilen İtalya Sinema Eleştirmenleri Birliğinin En İyi İtalyan Filmi ödülünü de kaptı. Bence, çeşitli sinema tarzlarını zorla harmanlamaya girişmiş, üstelik fazla uzun tutulmuş film daha çok içeriğiyle ilgiyi hak etse de, Trieste’de ödülü kabul eden filmin yönetmeni, usta Marco Bellocchio’yu yakından görmek sevindiriciydi. Bu arada sözkonusu eleştirmenler birliği de, SİYAD gibi En İyi Yabancı Film Ödülüne Parazit’i layık görmüştü.
31.Trieste Festivalinden unutulmaması gerekenler
Polis memurlarının çürümüşlüğünü tekrar gözümüze sokan filmlerden biri Bulgaristan yapımı Devriye (V Krag) adlı kurmacaydı. Yönetmenliğini bol ödüllü Stephan Komandarev’in üstlendiği, sürükleyici olduğu kadar düşündürücü film, kara mizah unsurlarını da kullanarak Bulgaristan toplumuna ayna tutuyor, yine de içimizde insanlıktan yana kırıntıların kaldığını uman bir tavır sergiliyordu. Mülteci trafiği dahil bulaşmadıkları pis iş kalmamış gibi görünen güvenlik kuvvetlerinin ezik kimliklerine zırh oluşturan üniformalarını hoyratça sömürmelerine dur diyecek vicdan hâlâ mevcut muydu?
Savaşa HAYIR!
Festivalin benim için kesin favorisi açılış filmi olarak Trieste’li seyirciyi ihya eden büyük usta Terrence Malick ‘in imzasını taşıyan Gizli Hayat (A Hidden Life) adlı şaheserdi. Filmekimi’nin programında da yer alan savaş karşıtı film gerçek bir hikâyeden alınmış olduğundan, Avusturya şivesiyle Almanca’nın ve İngilizce’nin aynı anda konuşulması başlarda beni rahatsız etmedi değil. Hatta bazı karakterlerin İngilizce’sinde Almanca aksan bile hissediliyordu.
Fakat Malick’in kameraya hâkim olma biçimi, sinematografinin üstünlüğü ve mevzunun yüceliği seyirciyi bir kere sardıktan sonra içine girdiğiniz girdap sizi 3 saate yakın süre boyunca oradan oraya savuruyor, tahayyüle zorlayıp yerden yere vuruyor. Çoğunluktan farklı davrananlara müstahak görülen, kadın, yaşlı veya çocukların muaf tutulmadığı dışlanma, hatta linç dinamikleri Nazi zulmünden günümüze kadar ulaşıp hepimizi sarsıyor.
En son benzer bir mesajı, savaşın sebep olduklarını açıkça teşhir ederek veren Kantemir Balakov’un Uzun Kız filminden daha da etkileyici bir esere, aradan o kadar az süre geçtikten sonra rastlayabileceğimi hiç düşünmemiştim!
İyi Hal İndirimi
Cezaevi dünyasına şefkatle eğilen İyi Hal (Pavyzdingas Elgesys/Examplary Behaviour) adlı belgesel de seyirciyi içine alıp sistemi sorgulatan bir güce sahipti.
Yönetmen Audrius Mickevičius’un kardeşi bir cinayete kurban gitmiş, katillerden biri bir süre hapiste yattıktan sonra iyi hal indiriminden serbest kalmıştır.
Dinamiğe vâkıf olabilmek için Audrius, Litvanya’da cezaevine girip çoğu müebbet hapis cezası almış kişiye yakından odaklanıyor, mevzubahis cezayı adeta sorgular bir tavır sergileyecek hale geliyor. Çekim sırasında hastalandığında filmi bitirebilmesi için eserin senaryo editörü, filozof Nerijus Milerius’tan yardım talep edip vefat ediyor.
Trieste’de ağırlanan Milerius’un sözleriyle: “Filmin misyonu stereotipleri terk etmek ve müebbet hapis cezası alan kişilerin hayatına önyargı olmaksızın bakabilmek”.
Punk Rock’un Hırvatçası
KUD Idijoti grubunun solisti Branko Črnac Tusta’nın eşliğindeHıvatistan’ınsahil kenti Pula’nın işçi çevresinden tüm Yugoslavya’ya zevkli bir seyahate çıkıyoruz. Andrej Korovljev’in yönettiği Tusta adlı belgesel her türlü Faşizme karşı sözünü esirgememiş kahramanlarına saygı duruşunda bulunuyor.
Daima işçi kesiminin, zayıfların ve ezilenlerin yanında durmuş Tusta ve arkadaşları herkesin sessiz kalmayı yeğlediği dönemlerde muhalif seslerini yükseltmiş, o yüzden de sağcıların hedefi haline gelmiş. 90’lı yıllarda memlekette beraberliği ve sosyal adaleti savundukları için Hırvatistan radyolarının ambargosuna bile maruz kalmışlar. Neredeyse otuz sene boyunca birlikteliklerini sürdürüp tüm memlekette sevilmeyi başarmış başka bir müzik grubunun varlığı bilinmiyor.
Nostaljik ögelerle bezenmiş 109 dakikalık belgesel bir ikon haline gelmiş grup liderinin bilhassa insani taraflarını irdeliyor ve topluluğun ilkel şartlarda da olsa kaydedilmiş çılgın performanslarına bizleri dahil ediyor.
Doğu Almanya’nın Gundi’si
Doğu Almanya’nın son döneminde rejime inanmış fakat aynı zamanda onu daha mükemmel bir hale getirmeye kendini adamış, madenci ve aynı zamanda müzisyen Gerhard Gundermann hafızalardan asla silinmedi. Lafını esirgemeyen, sempatik tavırlarıyla kendini sevdiren ama aynı zamanda talepkâr yanıyla etrafındakileri bezdirebilen kendine has, asi bir karaktere sahipti. Kendisi için Almanya’nın Bob Dylan’ı diyen bile oldu. Fakat ülkenin gizli polis örgütü Stasi için çalışmış olması şanına gölge düşürmedi değil. İdealist Gundermann naifliğini korumayı başarmış bir tip olduğu için görevinin sisteme yarayıp gelişmesine faydalı olacağını düşünecek kadar romantikti de. Zaten Stasi bir süre sonra onu da takip eder hale gelmişti.
Bir madende çalışıp çevreci hassasiyetler geliştirmesi, içinde bulunduğu ikilemlerden bir diğeriydi.
Trieste’de misafir edilen sinemacılardan, adı yıllardan beri DOK Leipzig’le anılan filmin yönetmeni Grit Lemke, 1998’de vefat etmiş Gundi’nin arkadaşıydı; o yüzden de Kömür Diyarı Şarkısı. Gundermann (Gundermann Revier/Coal-Country Song. Gundermann) adlı belgeseli klasik biyografik bir eserden çok beraber yaşadıkları o dönemi yansıtacak bir belge olarak düşünmüş. Ne de olsa gayet çalkantılı bir devre şahit olmuşlar ve kayıp bir jenerasyon olarak yeryüzünden silinmiş bir devletin, belki günümüzde ütopik gelebilecek bir sistemin hatırasıyla baş başa kalmışlar.
98 dakikalık film gerçekten de bizi o döneme sürükleyip daha adil sistemlere olan özlem hislerimize tercüman oluyor.
2021’de, iddia çıtasını iyice yükseltmiş bir diğer Trieste Film Festivalinde buluşmak üzere! (MT/AS)
* Manşet fotoğrafı dahil yazıdaki tersane fotoğrafları Michał Szlaga’nın Stocznia sergisinden alınmıştır.
Irmak Zileli’nin edebiyat dünyası ile tanışmam Son Bakış romanıyla oldu. Sonra Bende Ölen Sensin derken en son Şimdi Buradaydı romanıyla devam ediyor yolculuğumuz. Şöyle bir bakınca iki şey söylemek mümkün: Irmak Zileli ne yazsa okurum ve yazarla çok geç tanışmışım.
Şimdi Buradaydı çok katmanlı bir roman. İlerledikçe ve eşeledikçe elinize başka bir şey geliyor; başka bir duyguyu hissediyor ya da karşılaşıyorsunuz. Yazar diğer eserlerinde yaptığı gibi karakteri kanlı canlı bir şekilde okuyucunun karşısına oturtuyor. Bunu altını çize çize yapmıyor, okuyucunun gözüne sokmuyor. Bazen diyaloglarla bazen ağzından çıkan bir sözle bazen de bir tavrıyla çok net bir şekilde çerçeveyi çiziyor. Okuyucu karakteri o kadar iyi tanıyor ki sonraki hareketinde, tavrında bir kopukluk olmayacağını bilir; bütünlüklü, istikrarlı ve tamamlayıcı olmayacağından emindir. Sürpriz bir çıkış, ani bir tepki ya da absürt bir replik karakteri ifade edeceği için vardır metnin içinde.
Tedirgin olmak isteyeceksiniz
Şimdi Buradaydı romanın taşıyıcısı psikayatrist Birkan’ın hastası gazeteci Yankı Beyle olan terapist seanslarındaki karşılıklı konuşmaları ile ilerliyor. Gerçi bu gibi durumlara psikiyatristler hasta demiyorlar, yazar bunu o kadar ince dokumuş ki insanın tez elden bir terapistle görüşesi geliyor. Fakat işin diğer boyutunu da atlamamış yazar, buraya düzgün ( normal ) insanlar gelmez. Sorunu olmayanın ne işi var burada. Dolayısıyla her kelimeyi her soruyu özenle seçmezseniz her an başınıza ne geleceğini bilemezsinizin tedirginliğini dozunu artırarak usulca okuyucuya zerk ediyor. Okuyucu sonraki seansı merakla ama bir o kadar da ürpererek bekler. Bunun dozajını o kadar kararında ayarlamış ki yazar, okuyucu kademe kademe sonuca varmayı dört gözle ve sabırsızlıkla beklemeye başlar.
Terapistle Yankı’nın ortak noktaları ve benzeşikleri o kadar çoktur ki terapistin işi ilk etapta çok kolay görünür. Konuştukça ve konuşturdukça kendinden bir şeyler bulur ve kendini de tanımaya başlar. Yankı’nın annesi de tıpkı kendi annesi gibi dominant ve kısıtlayıcıdır. Dolayısıyla müdahaleci anne figüründen dolayı çocuklukları neredeyse aynı geçmiş. Hizaya girmek istemeyen Birkan, farkında olmadan obsesif kompulsif bozukluğa tutulduğunu terapi sırasında adını anmadan anlıyor.
Ayık ol!
Fallik Dönemin damgasını vurduğu bir yaşamın artılarını, aksilerini, çıkmazlarını romanın merkezine koymuş yazar. Ebeveynler arası iletişimsizlik veya eksikliği çocuğa yönelterek, çocuğa yüklenerek bunaltmaya varan kusursuzlukta ısrarın nerelere varacağını çok güzel örneklemiş. Takıntı ve benmerkezciliğin tekrarlandıkça inandırıcı olup pekişeceğini tıpkı bir kedi gibi her köşeye koku bırakıp işaretlemeyi unutmuyor. Okuyucu da narsistliğin kokusuna o kadar aşina oluyor ki bir replikte, bir bakışta, bir mimikte şak diye anlıyor kimin ne olduğunu.
Hastasıyla arasındaki her diyalog sonraki devinimi çağırıyor adeta. Ve çoğunlukla soruyu ortak kullanarak soru sorun haline getirmeyi bilir. Hastasının verdiği bir yanıt bazen annesiyle yaşadığı bir sorunun fitilini ateşleyerek geçmişe ışınlanabiliyor. Hal böyle olunca da okuyucunun ayık olması gerekiyor, kim kimdi, konuşan hangisiydi, kısa bir dalgınlık ya da dikkatsizlik ipin ucunu kaçırmasına sebep olabiliyor. Yazar okuyucuya kısa ve sık aralıklarla ayıltıcı veriyor; gözünü dört açmazsan savrulursun demeye getiriyor.
80 darbesinin izleri
“Annemin buzlanmış silueti hep bir şeylerle meşguldü” (Sf: 48) Romana arka fonda, buzlu camın arkasında silik bir şekilde eşlik eden iki şey var, biri hiç durmadan çalışan, her şeye müdahale eden bir kadın; canını tırnağına takan emekçi bir anne, diğeri de seksen darbesinde kaybolan, kaybettirilen insanların flu hikâyeleri. Üzerinden zaman geçince hikâyedeki boşlukları ipuçlarından yola çıkarak layıkıyla doldurup üzerinde çalışılsın, ders alınsın diye okuyucunun önüne sürüyor.
Romanın öne çıkan iki özelliği var kanaatimce:
Bir: Anlatım tekniği… Yazar o kadar ustalıkla farklı anlatım tekniklerini aynı paragrafın içine yedirmiş ki hayran kalmamak elde değil.
İki: Romanın teması itibariyle bir psikiyatrisin yazmadığına inanamazsınız. Duygulara o kadar hâkim ki, çocukluktan alıp günümüze ( romanın geçtiği zaman) getirirken hiçbir davranış sebepsiz değil, altında yatan sebep de budur diyerek karakteri deşiyor. Ve küçük bir parantez açıp ilave edecek olursam; hastalık derecesine varan takıntılı insan profilini karşınıza dikerken, bunları iyi tanıyın diyor. Bir de romanın sonundaki sürprizi buradan deşifre ederek okuyucunun okuma zevkine limon sıkmayayım şimdi.
İlk siyasi polisiye romanı "Kar Suyu"nun (2012) ardından ikinci romanı "Paralel Cinayetler"i (2016) yayınladı. Varlık, Notos, Kitap eki, gazete Duvar, Edebiyathaber, Edebiyat burada, Kitap24, Birgün...
İlk siyasi polisiye romanı "Kar Suyu"nun (2012) ardından ikinci romanı "Paralel Cinayetler"i (2016) yayınladı. Varlık, Notos, Kitap eki, gazete Duvar, Edebiyathaber, Edebiyat burada, Kitap24, Birgün Kitap, Bianet ve birkaç dergi ve gazetede kitaplar ve sinema üzerine eleştiri, öykü ve şiirleri yayımlandı. DİSK’e bağlı Gıda-İş sendikasının 2016 yılında düzenlediği Emek Direniş öykü ödülüne değer görüldü. "Gölge" adında bir de öykü kitabı var. POYABİR üyesi, İzmir’de yaşıyor.
Öyle bir aile tasavvur edin ki, çocukların anne olarak tanıdığı şahıs yavaş yavaş erkekleşip baba rolüne soyunurken, anne konumundaki kişi bir zamanlar erkek cinsiyetine sahip olup gittikçe dişiliğe doğru evrilsin!
New York’un Queens ilçesi Sunnyside semtinde ikamet etmekte olan Jo ve Allie’nin alevli aşkı My Sunnyside adlı belgeselde teferruatlı şekilde incelemeye alınıyor. Yönetmenliğini MatyldaKawka’nın üstlendiği 2025 Polonya, Amerika Birleşik Devletleri ortak yapımı 92 dakikalık film dünya prömiyerini 27. Selanik Uluslararası Belgesel Festivalinde gerçekleştirdi.
Tüm yeryüzünde salgın haline gelmiş olan partner bulma uygulaması sayesinde tanıştıktan iki sene sonra evlenmeye karar veren kahramanlarımız aynı zamanda doğumdaki cinsiyetlerinden memnun olmadıkları için değişim sürecine de aksi yönlerde devam ediyorlar. Liberal zihniyetlere sahip olmalarına rağmen muhafazakârların tercihi olan geleneksel bir düğünle aile formatına girmeyi tercih etmeleri de enteresan.
Jo’nun önceki evliliğinden olan çocukları yeni anneleri Allie’yle gayet iyi anlaşıyor, mesut aile yapısı gün geçtikçe sağlamlaşıyor. Filmde yalnız trans insanlara yönelik önyargılar ve onların yaşadığı zorluklar irdelenmiyor, kadın veya erkek olarak yaşanan dinamiklerin arasındaki farklılıklar da gözümüze sokuluyor.
Neyse ki muhtelif yaşlardaki sağduyulu çocukları durumu olduğu gibi kabul ediyor ve belirli klişeler içine sıkışmış olsa da çağdaş aile modeline rahatlıkla uyum sağlıyorlar.
Filmin iki ana karakteri bilhassa müşkül anlarda birbirine derinden destek oluyor, aşkları günbegün büyüyor, aile bağları aidiyet duygularını pekiştirirken parlak bir istikbale doğru güvenle yol alıyorlar.
Cinsiyeti klişelere hapsetmek zorunda mısınız?
Ya cinsel organınız ebeveyninizi dehşete düşüren büyük bir klitorisi ve aynı zamanda ufak bir penisi andırdığı için, anne ve babanız sizi küçücükken doktora götürüp cinsiyetinizi belirleme hakkını kendilerinde görürse?
Hele bunun ahlâki tasasına düşmeden ameliyatı hoyratça gerçekleştiren doktorun zihniyetine ne demeli?
Louisiana eyaletinin başkenti Baton Rouge’da 1976 yılında doğmuş olan Kristi’nin (Jim Ambrose) ibretlik hikâyesi The secret of me adlı belgeselde mucibince masaya yatırılıyor. Yönetmen hanesinde Grace Hughes-Hallet’ın adını gördüğümüz 2025 Birleşik Krallık yapımı 97 dakikalık belgesel de Selanik’te seyirciye ulaşanlardandı. Dünya prömiyerini SXSW’da yaptıktan sonra CPH DOX ve Annapolis Film Festivalinde de gösterilmiş olan film kahramanının anlatım gücüyle de seyirciyi tesir altında bırakan ciddi bir seyirliğe dönüşüyor.
Çocukluğundan beri kendini “kız” çocuğu gibi hissetmemesine rağmen o kimliğe hapsedilen Jim’in gençliğinden itibaren giriştiği mücadeleye teferruatıyla şahit oluyoruz. Belgeselin sonlarına doğru ameliyatı gerçekleştiren doktorun kamera karşısındaki mahcubiyeti yüreğimize su serpse de asıl sorumlunun gezegen çapında model oluşturmuş John Hopkins Hastanesinde görevli doktor John Money olduğunu öğreniyoruz. Beceriksizce gerçekleştirilmiş bir sünnetin mağduru olan oğlan çocuğu DavidReimer’in erkeklik organının alınması ve kız çocuğu olarak yetiştirilmesi, mevzubahis müdahalenin sorgulanmayan bir pratiğe dönüşmesine yol açmıştı. Bu hadise seneler boyunca cinsel kimliğin sosyal olarak öğrenildiği tezini doğrulayan bir başarı hikâyesi gibi pazarlanmış, David Reimer ve ayrıca durumdan bir o kadar muzdarip ikiz kardeşinin intiharlarıyla meselenin hiç de iddia edildiği gibi olmadığı ortaya çıkmıştı.
John Money’nin izinden yürümeye devam eden tüm dünyadaki tıp kurumlarını ve sözkonusu vahşi müdahaleye müsaade eden ebeveynleri kim durduracak?
Savaş çocuğu
Ya babanız Vietnam’a saldıran ABD ordusunun askeriyken annenizi hamile bırakıp memleketine döndüyse nasıl bir aile tasavvuru içinde yaşarsınız?
Child of dust adlı 2025 Polonya, Vietnam, İsveç, Çek Cumhuriyeti, Katar ortak yapımı 93 dakikalık belgesel de dünya prömiyerini Selanik’te gerçekleştirdi. Yönetmen WeronikaMliczewska’ya festivalin uluslararası yarışmasında Özel Mansiyon payesini kazandıran fazlasıyla duygusal film, ana karakter Sang NgôThanh’ın hassasiyeti yüzünden de gözyaşlarına boğulmanıza sebep olabilir.
Sahipsiz kalıp yetimhanelerde büyümüş çocukların arşiv görüntüleri filmin başına ve sonuna damgasını vuruyor. Büyüdüklerinde de “savaş artığı” muamelesi görüp aşağılandıklarını, ayrımcılığa tabi tutulduklarını ve hayatta muvaffak olma şansına pek sahip olmadıklarını görüyoruz.
Melezlik onların adeta laneti haline dönüşüyor.
Her şeye rağmen kahramanımız evlenip çocuk, hatta torun sahibi olmayı başarmış 55 yaşındaki bir yetişkin. Fakat babasız büyüdüğü için kız evladına yeterince babalık yapamamış olması, kızının uyuşturucu müptelası olmasına yol açan esas unsur olarak seyirciye hissettiriliyor.
DNA analiziyle ABD’de babasına ulaşınca eksikliğini daima çektiklerine kavuşacağını umuyor; fakat baba bir ana ayrı, iki erkek kardeşinin ve bizzat babasının soğukluğu, onu evlerine davet etmemeleri ve kendi kültüründen epeyce farklı hususiyetleri yüzünden sukutuhayale uğruyor. Sang Ngô Thanh ABD’ye yerleşip yerleşmemek arasında tereddüt ederken kızına ve torununa daha parlak bir istikbal sağlamak üzere kalmaya karar veriyor; bunda da aile içinde garip bulunan ve fazla insancıl olduğu için kendisinden o ana kadar uzak tutulan üvey kız kardeşinin payı yüksek oluyor.
Geleneksel manada tüm aileyi ne olursa olsun sırtımızda taşımamızın ne kadar gereksiz olduğu bir kez daha hatırlatılırken mevzubahis kurumda bize yakın olanlarının yeterli olduğu da bir kez daha teyit edilmiş oluyor.