Soğuk Savaş boyunca dünyayı ikiye ayıran dinamiğin sembollerinden Berlin Duvarı 1989 yılında işlevini yitirmişti. Aynı yıldan itibaren düzenlenmekte olan Trieste Film Festivali bu sene 30'uncu senesini kutlarken programında Berlin Duvarıyla ilgili filmlere geniş yer ayırdı. Gezegen çığırından çıkmış politikacılar yüzünden yeni duvarlarla kuşatılmak istenirken festival programcılarının seçimleri, gündemi yakalamak açısından gayet isabetli ve manidardı.
Etkinliğin ödülleri 22 Ocak Salı gecesi iddialı Politeama Rossetti'de yapılan törende açıklandı. Ödül törenini festivali düzenleyen Alpe Adria Cinema'nın yeni yöneticisi Monica Goti ve etkinliğin artistik direktörleri Nicoletta Romeo ile Fabrizio Grosoli sundu.
En iyi uzun metrajlı filmler arasında ödüle layık görülen, Bujar Alimani'nin yönettiği Delegacioni (Delegasyon) adlı yapım oldu. Bizi 1990'arın sonlarına doğru Arnavutluk'ta insan hakları hususunda karanlık bir tabloyla karşı karşıya bırakan film daha önce Varşova Film Festivalinde de büyük ödüle layık görülmüştü.
Gazetecilik riskli bir meslek
Festivalin en iyi belgesel ödülünü ise Chris The Swiss (İsviçreli Chris) adlı film aldı.
Yugoslavya'nın dağılma sürecinde 1992'de Hırvatistan'da öldürülmüş olan İsviçreli gazeteci Chris hakkındaki belgeseli kuzeni Anja Kofmel çekmiş.
İyi niyetle yola koyulup zamanla gizemli bir kişiye dönüşmüş Chris'in sırlarına vâkıf olmaya çalışırken filmde savaşın en karanlık yönleriyle bir kez daha yüzleştik. Filmde animasyon, arşiv görüntüleri ve günümüzde gerçekleştirilmiş çeşitli röportajlar harmanlanarak gayet çarpıcı bir sonuç alınmış.
Paralı askerlerin arasına sızdığı, hatta onlardan biriyle yakın temasa girdiği anlaşılan Chris'in tercihini gerçekleri ortaya çıkarmaktan yana kullandığı için öldürülmüş olma ihtimali yüksek. Chris The Swiss şimdiye kadar dünyanın çeşitli festivallerinde boy gösterip muhtelif ödüller almış etkileyici bir belgesel.
Mafyatik yapılanma PIV ve Opus Dei'nin ipliğini pazara çıkardığı da kayda alınmalı.
Berlin Duvarı
Doğu ile Batı Berlin'i ayıran duvarın bulunduğu coğrafya uzun yıllar boyunca mıntıkayı mesken edinen tavşanlara cennet olmuştu. Kısa zamanda çoğaldıkları gözden kaçmıyordu, fakat özellikle Doğu Almanya'nın askerleri nöbet tuttukları zaman çok sıkılmalarına rağmen kullandıkları her kurşun için hesap vermek durumunda olduklarından tavşanları iş olsun diye vuramıyordu. Kimsenin rahatsız etmediği sevimli hayvanların başrolde olduğu 2009 yapımı Rabbit Á La Berlin (Berlin Usulü Tavşan) adlı belgesel Trieste Film Festivalinde yıllar önce gösterilmişti, bu sene ikinci kez programda yer aldı.
Yönetmenliğini Bartek Konopka'nın üstlendiği mizah yüklü eser meseleyi tavşanların gözünden aktarıyor, muhteşem sinematografiyle aktarılan dinamikler bir yana, hicivle bezenmiş senaryo ve kurgusuyla seyirciye unutulmaz bir tecrübe yaşatıyor. Politik mesajlarla yüklü, çevreci hassiyetlere sahip film dünyada 70'ten fazla festivalde ilgi toplamıştı. Duvarın yıkılmasıyla tavşanların başına gelenlere üzülmemek elde değil…
Büyük oyuncu ve komedyen Totó'nun, İtalya'nın olduğu kadar dünyanın da mizah tarihine damgasını vurduğu malum. 1962 yılı yapımı, Giorgio Bianchi'nin yönettiği Totó E Peppino Divisi A Berlino (Totó ve Peppino'yu Ayıran Berlin) adlı film tazeliğinden pek bir şey yitirmemişe benziyor. Seyirciyi İtalya ve özellikle Napoli halkına dair klişelere doyurması bir yana, hiciv dolu senaryosu komediyi gayet zevkli bir seyirlik haline getiriyor.
Berlin'i ikiye ayıran duvarın absürtlüğüne bir kez daha ikna olurken politik mesajların etkinliğine de hayran oluyoruz. Filmin iki kahramanı arasındaki yakınlaşmaların işaret ettiği homoerotik nüanslar da peş peşe patlatılıyor. 95 dakikalık gayet eğlenceli eserin sonunda Doğu Bloku ile Batı dünyasını ayıran dinamikten yararlanan Çin'in günün birinde muzaffer çıkacağına dair bölüm de filmin dâhiyane öngörülerinden.
Kadın şair Cassian
Doğu Blokunda yer alan ülkelerden Romanya'nın meşhur şairi Nina Cassian komünist devletin reddettiği biri değildi. Hatta rejimi övüyormuş gibi görünen eserleri okul kitaplarında bile yer almıştı. Oysa zengin sanatçı ruhunu müzisyenlikle de kanıtlamış Cassian komünizmin iktidarlar tarafından sömürülüp otoriter rejimlere alet edildiğini, komünizmin gerçek anlamıyla asla uygulanmamış olduğunu iddia ediyordu.
Çocukluktan ergenliğe geçtiğinde kocaman burnu, çıkık çenesiyle bir süreliğine de olsa özgüven krizi yaşamış olmasına rağmen, samimiyeti, dürüstlüğü, sıcaklığı, çocukluk hallerinden asla uzaklaşmak istemeyen doğası ile erkekleri kolaylıkla baştan çıkaran, herkesin ilgi odağı bir kadına dönüşmüştü. Fikirlerini inatla savunduğu, duygularını serbestçe dışa vurduğu için küçümsendi, kadın olduğu için erkek egemen edebiyat elitleri tarafından eleştirildi, dışlandı, yok sayılmaya çalışıldı.
Güçlü yapımcı Ada Solomon ve Alexandru Solomon'un inisiyatifiyle ortaya çıkan hakkındaki Distanța dintre mine și mine (Benle ben arasındaki mesafe) adlı belgesel Mona Nicoarăile Dana Bunescu'nun yönetmenliğinde çekildi.
Cassian örselendiği yıllarda yaratıcılığını çocuklara yönelik eserlere yoğunlaştırmıştı; asi ruhunu daima yansıtarak avangart duruşundan feragat etmemeyi başardı. Çavuşesku döneminde yakın bir arkadaşının gözaltına alınıp öldürülmesinden sonra New York'ta sürgün yaşamayı seçti.
Stalinizme yakın olduğu yıllardan ilk İngilizce şiirini yazdığı son senelerine kadar takip ettiğimiz Cassian, belgeselde seyirciyi hipnotize ediyor. Nefes darlığına rağmen durmadan sigara içiyor, içki kadehini elinden bırakmıyor.
Hayatına sızmış hafiyelerin kendisi hakkında tuttuğu çok özel raporlar, siyah-beyaz televizyonda çocuklara şiir okuduğu programlar, yoldaşlığı kendi stilinde öven şarkılar, Cassian'ın hayatına ayrıntılarıyla ışık tutuyor. Yönetmenlerden Nicoară, yaratıcılığa dair hürriyetin otoriter rejimler tarafından tekrar tehdit edildiği günümüzde Cassian'ın bize öğretebileceği bir şeyler olduğuna inanıyor, kesinlikle haklı!
Savaş hezimeti
Birinci Dünya Savaşından bir asır geçmiş olmasına rağmen Kobarid adlı belgeselin de savaşın korkunçluğu hakkında bize çok şey aktardığı kesin. Avusturya-Macaristan, Almanya ve İtalya Kraliyet ordularını karşı karşıya getiren, İtalya'da Caporetto olarak bilinen dağlık mıntıkada ölümün kokusunu almak hâlâ mümkün. 60 binden fazla askerin hayatını kaybettiği muharebenin ayrıntılarını özellikle erlerin yakınlarına yolladığı mektuplardan öğreniyoruz. Metinler biz genelde kapkaranlık perdeye bakarken tek bir kişi tarafından okunuyor, dolayısıyla ayrı saflardaki askerlerin duygularını yansıttığını ancak bazı ayrıntılardan anlayabiliyoruz; taraf tutma yönelimimiz bu sayede örselenmiş vaziyette! Muzaffer taraf veya hezimete uğrayan taraf olmanın zaten hiçbir önemi yok. Ne de olsa filmin bize iletmek istediği mesaj hangi safta yer alırsak alalım, savaşın korkunçluğu, anlamsızlığı, yıkıcılığı. Çarpışmalara ara verildiği zaman karşı saflardaki askerler arasında tam da bu sebeplerden dolayı yakınlaşmalar bile yaşanabiliyor. Ne de olsa çetin kış şartlarında, zorlu coğrafyanın tehdidi altında, açlık ve uykusuzlukla mücadele halinde, ilkel donanımlara mahkûm insan potansiyelinin sömürüsünden bahsediyoruz. Oysa iktidarı temsilen emirleri veren rütbeliler, subaylar, komutanlar cepheden belirli bir mesafede kendileri için özel olarak inşa edilmiş binalarda konforlarından pek de feragat ediyormuş gibi değiller.
Muharebenin sonunda hayatta kalmayı başaranların, insanlıktan çıkıp ruha dönüştüğü acıklı manzarayı görmesek de iliklerimizde hissediyoruz.
Yönetmen Christian Carmosino Mereu 100 dakikalık belgeselinde asker mektuplarına alternatif olarak bize belirli aralıklarla Slovenya'nın mevzubahis coğrafyasındaki ormanlarını, derelerini, dağ ve vadilerini, bulutları, rüzgârın, kuşların, suyun sesini, fotografik estetiği layıkıyla kullanarak sunuyor ve sanki gezegenin güzelliklerinin neyimize yetmediğini sorguluyor.
Leibach'ın ilk albümü
Slovenya'nın dünya çapındaki müzik grubu Leibach hakkında bir belgesel ise Trieste Film Festivalinin Art & Sound bölümünde yer aldı. Yönetmen Igor Zupe'nin altını çizdiği husus, 52 dakikalık LP Film Leibach - Glasba je časovna umetnost 3 adlı yapımın sadece tek albüme odaklandığı.
Belgesel seyirciyi Yugoslavya'nın 1980-1985 yılları arasına taşırken grubun Avrupa'da ünlenmesine yol açan dinamikler hakkında da bizi bilgilendiriyor. Arşiv görüntüleri dışında grubun elemanları ile yapılan röportajlar Leibach'ın gizem dolu aurasını biraz da olsa aralamamızı sağlıyor. Fazlasıyla orijinal üniformaları ve kendilerine has duruşlarıyla dikkat çekmiş olan grubun faşistlikle özdeşleştirilmiş olduğu da aktarılan dinamiklerden.
Gösterim sırasında albümün her bir parçasını dinlerken özellikle endüstriyel tınılarda hazırlıksız yakalanan bazı seyircilerin zorlandığı gözden kaçmadı. Filmden sonraki soru-cevap kısmında yönetmen Zupe'nin açıkladığı sevindirici haber John Cage'e ait 4'33'' adlı kompozisyonun yorumlarından oluşan toplu albümde Leibach'ın da yer aldığı ve video klibini şahsen yönetmiş olduğu. Albümde yer alanlar arasında Depeche Mode, Einstürzende Neubauten, Richard Hawley, Goldfrapp, New Order, Miranda Sex Garden, Moby ve Erasure gibi isimler dikkat çekiyor.
Çekoslavakya'nın kaykaycıları
Art & Sound bölümünde yer alan bir diğer yapım Çekoslavakya halkının isyankâr doğasını bir kez daha dışa vuruyordu. Sovyetler Birliği güdümündeki Doğu Bloku ülkelerinin Çekosovakya'yı 1968'deki işgali 30.Trieste Film Festivalinde yer alan çeşitli filmlerle irdelenmişti; King Skate adlı belgesel ilerleyen yıllarda asi gençlerin kendilerine göre bir çıkış yolu bulmalarına odaklandı.
Yazar, gazeteci, DJ ve yönetmen Šimon Šafránek, rejim tarafından hürriyetleri kısıtlanmış gençlerin Batı icadı olarak kabul edilen kaykay sayesinde nasıl nefes alabildiğini layıkıyla ispatlıyor.
82 dakikalık belgesel bizi 70'li ve 80'li yıllara ait gayet teferruatlı arşiv filmlerine doyururken o dönemin meşhur kaykaycılarıyla günümüzde yapılan röportajlarda özgür ruhların halen aktif olduğunu da teyit ediyor.
The Clash, Sex Pistols, Killing Joke, Visaci zámek, Miroslav Žbirka gibi isimlerin yüksek ritmi eşliğinde komünist rejimde kaykaycı olmanın biraz da punk olmak anlamına geldiğini adeta tenimizde hissediyoruz. Gayet eğlenceli ve sürükleyici film o dönemin nostaljisini yaşattığı gibi seyircinin kanının ısınmasına da yol açıyor.
Kaslı ve kıvrak bedenleriyle ilgi odağı olmayı başarmış, çoğu erkek kaykaycının hedonizmle olduğu kadar mizahla harmanlanmış mazileri izlenmeye değer.
Adriyatik'teki Vis adası kaçmaz
30. Trieste Film Festivalinde Akdeniz güneşinin enerjisiyle içimizi ısıtan filmlerden biri ise bizi 1866 yılındaki meşhur Lissa deniz muharebesine taşıdı. İtalya Krallık donanmasının yelkenlilerine karşı Avusturya-Macaristan deniz kuvvetlerinin ilk defa buharlı gemi kullanması denizcilik tarihinde dönüm noktası olmuştu.
Yönetmen Nicoló Bongiorno günümüzde Hırvatistan'a ait Vis adasının çevresindeki derin sularda batıkları keşfetmeye çalışırken tahmin edilenin aksine kesinlikle barışçıl bir niyetle dolup taşıyor. I Leoni di Lissa (Lissa'nın Arslanları) adlı şirin belgesel, Akdeniz'in halkları ayıran değil de birleştiren esas unsur olduğu çağlara seyirciyi zarafetle taşıyor.
Dil uzmanı Joško Božanić bir zamanlar tüm Akdeniz'de konuşulan karma dil Lingua Franca'yı (Sabir) saygıyla anıyor. Bilhassa Venedikli deniz insanlarından, korsanlardan oluşturulmuş Osmanlı donanmasına da hâkim olmuş ortak iletişim aracından özlemle bahsediyor. Trieste'den Tunus'a, İzmir'den Venedik'e, Akdeniz'deki tüm rotalarda asırlar boyunca insanları birbirine bağlayan karma bir dil. Joškotekerleme halinde ortak kelimeleri makineli tüfek gibi peş peşe sıralarken, belgesel Türkiye'de gösterildiği takdirde Türkçeye girip denizcilik diline yerleşmiş kelimelerin çokluğuna inanamayanlar olacaktır.
Olağanüstü sualtı görüntüleriyle bezenmiş, klasik anlatım diline sahip belgesele Corrado Fantoni imzalı müziğin katkısı da büyük. Bu arada Hırvatistan'ın nefesle dalma şampiyonlarından yakışıklı Veljano Zanki derin sularda bize bir yunus, hatta bir fok balığı gibi eşlik ediyor. Suyun insana verdiği huzur beyaz perdeden kayıp seyirciye sahip oluyor...
Trieste faşizme hayır diyor
İtalya'ya ısrarla sahip olması arzulanan ise Neo-faşizmin irkiltici enerjisi. İçişleri Bakanı Salvini geçenlerde Akdeniz'de boğulmuş 170 mülteci haberi gündeme düştüğünde, kış şartlarına rağmen Afrika'dan Avrupa'ya yönelik olarak bir türlü durmayan deniz trafiğini kastederek: "Berlin'e, Hamburg üzerinden gitsinler" diyecek kadar çirkinleşti.
Empoli şehrindeki bir karakolda Tunuslu bir vatandaş elleri ve ayakları bağlı şekilde gözaltında tutulurken öldüğünde de Salvini kesinlikle emniyet görevlilerin arkasında olduğunu ifade etti.
Berlusconi'nin çaresizlik içinde Avrupa Birliği seçimlerinde aday olacağına dair haber "Yok artık!" dedirtirken, Neo-faşist Salvini ile daha önce kurduğu ittifak yüzünden yaşlı politikacının başarıya ulaşması neyse ki pek mümkün görünmüyor.
Benito Mussolini iktidarı sırasında özellikle Yahudiler'e karşı uygulanmış ırkçı politikanın merkezlerinden Trieste'de faşistlerin sesinin yükselmesi ayrıca utanç verici.
Yine geçenlerde, Il Piccolo gazetesinin haberine göre, Friuli Venezia Giulia bölgesinde her sene düzenlenen FVG Gay Pride onur yürüyüşünün ilk defa Trieste'de yapılmasına dair karar faşistleri kızdırdı. Kentin sağcı belediye başkanı Dipiazza'nın yürüyüşe destek vermeyeceğini açıklaması bir yana, Forza Nuova adlı faşist oluşumun temsilcileri kafalarına göre önlem alacaklarını ilan ettiler. Geçtiğimiz aylarda Trieste'de Casapound tarafından düzenlenen faşizm destekçisi yürüyüşü aynı gün 10 bini aşkın bir insan topluluğu protesto etmişti. Önümüzdeki dönemde Casapound'un kentte yeni bir merkez açma kararını açıklamasıyla sağduyu sahibi Triestelilerin, milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı ve şiddet yanlısı sağcılara karşı tekrar organize olacağı açıklandı.
Ne de olsa liman kenti Trieste mozaik geçmişinin zenginliğini bir ölçüde muhafaza ediyor. Yugoslavya'nın dağılma süreci sırasında yoğunlaşan RORO trafiği sayesinde kentte ufak da olsa Türkiye'den göç etmiş bir topluluk bile var. Fakat şehrin tarihî cemaatlerinden Yunanlı ve Kıbrıslıların mazisi çok daha güçlü.
Kentin denize nazır tek kilisesi Aziz Nikola'ya adanmış San Nicoló, Triestelileri denize haç atma törenine alıştıran kilise.
Bu sene ise kentin Sırp cemaatine hizmet veren San Spiridione kilisesi bu geleneği sahiplenmiş gibi göründü. Yalnız geniş Sırp cemaatinin temsilcilerinin değil, Trieste'de yaşayan Moldov, Ukraynalı, Rus, Bulgar ve Makedon Ortodokslarının da katıldığı tören Katoliklerin ilgisini de çekti.
Aynı gün yine Il Piccolo'da yayımlanan bir habere göre, kentin Holokost öncesine göre fazlasıyla azalmış Yahudi cemaatinin dinî lideri haham Alexander Meloni ile Katolik Piskopos Giampaolo Crepaldi şehirde zulüm ve şiddete karşı ekümenik diyaloğu derinleştirmek için buluştu.
Görüldüğü gibi Trieste'de faşizme karşı mücadele yalnız sinema aracılığıyla değil, sokaklarda, hatta dinî platformlarda da tüm gücüyle sürecek. (MT/HK)
Festivalin sonuçları hakkında teferruatlı malumata bu linkten ulaşabilirsiniz.