Bu hafta pek yapmadığım bir işe gireceğim. Yani bir kitabın tanıtımı, değerlendirmesi...
Kitap ülkemizle 18 kilometrelik sınırı olan belki de o bölgede yaşayanlar hariç kimsenin pek de bilmediği Nahçıvan'ı anlatıyor. Atatürk Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Serhat Zaman tarafından hazırlanan kitabın başlığı Siyasi Coğrafya Açısından Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti.
1992 yılından bu yana bir sınır kapısına sahip olduğumuz Nahçıvan 427 bin nüfusa sahip bir ülke. Tarım temel geçim kaynağı. Azerbaycan'a bağlı olan Nahçıvan Karabağ Savaşı sonrası Ermenistan sınırının kapanması nedeniyle Laçin Koridoru’nu kullanamaz oldu. Azerbaycan'la kara bağlantısını kaybetti.
Kitap epey kapsamlı bir biçimde bu küçük ülkeyi analiz etmiş. Coğrafi bilgiler kitapta önemli bir yer tutuyor. Bunun yanı sıra demografik özellikler ve tabii ki tarih de... Bu kapsamlı çalışma bu küçük ülkeyi gözünüzün önüne getirecek ayrıntılarıyla incelenmiş. Parçası olduğu Azerbaycan'la kara bağlantısı olmayan bu küçük ülkenin halkının ayakta kalmak için ne tür zorluklara katlandığını da öğreniyoruz.
Kitap sayesinde bir başka görebildiğim şey ise ülkelerarası politikanın bu bölgede nasıl şekillendiği ve bölgede çatışma konusu olabilecek olası sorunlar. Örneğin dikkat çekici şeylerden biri, bölge ülkeleri dışında Birinci Dünya Savaşı öncesi, bölgeyle İngiltere ve ABD’nin de yakından ilgilenmeye çalışması.
Ülkemizde tarım alanındaki neoliberal tahribatın aynı zamanda Nahçivan'ı nasıl vurduğunun kısa öyküsüne de bu kitapta rastlamak yine ilginç bir nokta.
Geçtiğimiz yıllarda Nahçıvan'dan şeker pancarı alınarak şekere dönüştürüldükten sonra bunun yüzde 10’u Nahçıvan'a destek amaçlı gönderiliyormuş. Zamanla Türkiye'de pancar üretimini bitiren politikalar Nahçıvan'ın şeker ihtiyacını önemli ölçüde çözen bu işbirliği sürecini de bitirmiş.
Tabii asıl öğrendiğimiz şu oluyor: milliyetçi gözle dünyanın bu bölgesi nasıl algılanıyor?
Kitabın girişinden itibaren karşımıza bir niyet sorunu çıkıyor. Niyet ya da politik amaç diyebileceğim bu şey milliyetçilikle bezeli. Dolayısıyla değerlendirilen yerin Nahçıvan ya da başka bir yer olması farketmiyor.
Niyet kendini kitabın girişinde Mustafa Kemal'in bir sözüyle gösteriyor “Nahçıvan bir Türk kapısıdır Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapın” (13 Aralık 1922). Toprakların dolayısıyla insanların kaderini böyle okumak ve adlandırmak o günün dünyasında belki anlamlı olabilir. Hiç kuşkusuz bir karşılığı da vardı. Ama doğru ya da olması gereken miydi? Elbette tarihi böyle değerlendiremezsin, diyebilirsiniz.
Bu meseleye Nahçıvan'ı “Türk toprağı”ndan öte bir şey olarak görmeyen S. Zaman'ın bölge tarihine ilişkin söylediklerine bir göz atarak devam edelim. Zaman Nahçıvan tarihini anlatırken Persler, Türkler, Ruslar ve irili ufaklı devletler arasında savaşlardan, sık sık el değiştirdiğinden bahsediyor.
Onun anlatımında bu savaşlarda neredeyse hiç insanlar rol almıyor. Adeta olan biten bir bilgisayar oyunu gibi cereyan ediyor. Olmuş olanlar bu tarz bir mantığın içinde zaten olması gerekenlerin yerini alıyor. Sonuçta vicdanın buharlaştığı akıl, insanları kendi politik dili kapsamında birer karta, enstrümana dönüştürüyor.
Bu düşünce kendini daha sonra Nahçıvan'ın ve Ermenistan'ın şekillenme süreçlerini anlatırken de gösteriyor. Örneğin Ermenistan'ın adeta Rusların eseri olduğu düşüncesi... İş, bugünkü Ermenistan topraklarında neredeyse 1800'lerin ortalarına kadar Ermenilerin hiç yaşamadığına kadar vardırılacak. Meğer onları Ruslar İran'dan şimdiki yaşadıkları bölgeye toplamışlar ve Ruslar sayesinde bir millet olmuşlar vb...
Bir Ermeni milliyetçisiyle konuştuğunuzda da benzer bir tezi Azeriler hakkında duymak hiç şaşırtmıyor. Meğer Azeri diye birileri Sovyet Devrimi’nden önce yokmuş. Onlar çoban, hiçbir geleneği göreneği olmayan, oradan oraya göçen Tatar topluluklarmış. İşte bu Lenin yok mu Lenin! Türkiye ile iyi geçinmek için Azerbaycan'ı da Nahçıvan'ı da o icat etmiş. Bütün bu aşağılayan dile rağmen, olan daha 25 yıl öncesine kadar Bakü, Tiflis ve Erivan gibi kentlerde bu halkların kavgasız bir arada yaşadığıdır. Sovyetler Birliği deneyiminin bu konudaki başarısızlığına işaret etmek kaçınılmaz. Sovyetler mülkiyetin kutsallığı üzerine kurulu burjuva ideolojisi olan milliyetçiliği yenememiştir. Niye yenememiştir? Ya da böyle bir niyet politik yapıya sirayet eden Rus milliyetçiliğinde zaten var mıydı ve mümkün olabilir miydi bu ayrı bir tartışma konusu.
Kitabın bir başka zaafı ise tarihi tartışırken Ermeni ve Rus kaynaklara başvurmamış oluşu. Yazar Zaman bu sorunun farkında. Bu sadece bir zaaf mı yoksa bir anlamda peşin hükümlü olan mantığın kaçınılmaz sonucu mu, orası belirsiz.
Kitabın tarihle ilgili kısımlarında soykırım bahsi ise olumsuz anlamda dahi hiç yer almıyor. Neredeyse hiç olmamış gibi. Ermenistan'ın Zengezur Koridoru'nu işgali gibi durumlardan bahsederken ise bunun nedenlerini sorgulamak yerine neredeyse “Ermenistan'dır bu yapar” dercesine savaş, işgal, talan gibi durumlar doğallaştırılıyor. Neredeyse bölge halklarının karakteristik ayrılmaz bir öğesi gibi sıradanlaştırılıyor.
Asıl problem ise şurada: Milliyetçilik zırhıyla kendini kuşatmış bir aklın herhangi bir coğrafyaya baktığında sevinç üretmesi mümkün değil. Yaşam coşkusu yerine düşmanlık ve kini büyütmeyi şiar edinmiş bu tür bir varoluş insanlığın bugünkü açmazlarının önemli bir kısmından sorumlu. Bu akıl, örneğin İran'a baktığı zaman, İran halkları ya da bütün bölge halkları nasıl mutlu bir biçimde birlikte bir gelecek kurabilir diye sormuyor. Bu akıl “stratrejik” konuşuyor, bir gün ABD-İsrail İran'a saldırırsa biz Kuzey Azerbaycan ile ‘Güneyi’ nasıl birleştiririz, Ermenistan'ı nasıl yutarız diye hesaplar yapıyor. Asıl mevzu ise münasebetsizce zuhur ediyor, “Türk kapısı” bir anda Bakü-Tiflis-Kars enerji hattı (ve aynı zamanda demiryolu hattı) projesinin yerini alıp petrol boru hattına dönüşüyor. Velhasıl-ı kelam milliyetçilik mülke bir kara sevdayla bağlı.
Peki bir toprağa gerçekten aşık olmaz mıyız? Bence mümkün. Toprağı ana, insanları ve diğer canlıları da onun evlatları olarak görürsek niye olmasın?
Çuvaldız
İşin açıkçası, kitabı elime aldığıma sevindim sevinmesine, fakat yine de ilk aklıma gelen şey giriş yazısını okuduktan sonra, neden benzer birçok meselede olduğu gibi Nahçıvan'ı da akademisyen de olsa sağcılara emanet ettiğimiz oldu. Bunu söylememin nedeni, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere kendiliğinden varoluyormuşçasına enternasyonalizm gibi sıfatları kendimizin ayrılmaz bir parçası olarak sıralasak da bazen burnumuzun dibindeki hadiseleri dahi göremememiz. Elbette benim bilemediğim başka türlü davranan insanlar olabilir, onlardan peşinen özür dilerim.
Birkaç soruyla çuvaldız babını sonlandıralım. Kime sorsanız memleketteki muhalefetin halini beğenmiyor. Malum, diktatörlüğü alaşağı edecek ne bir parti var ne bir toplumsal güç. Belki de sorularımız yanlış ve çözümleri de yanlış bir zeminde arıyor olamaz mıyız? Kendi yağınla kavrulmak aslında muhafazakarlığın başka bir tezahürü olmaz mı? Sınırsız sömürüsüz bir dünyanın hudutları Misak-ı Milli’den mi ibarettir? Azerbaycan, Nahçıvan, vb yerlere hakim olan milliyetçi aklı anlamak malum diktatörlüğün de dizlerini titretmemizi sağlayan bazı ipuçlarını bize verebilir mi? “Türk/İslam” kapıları aralamaya çalışmak yerine dünyanın bütün kapılarının kulplarına yapışmanın zamanı gelmedi mi? (AS/YY)
* Aykan Sever, gazeteci, Erivan'da yaşıyor.