Gazeteci Arzu Demir hakkında “Dağın Kadın Hali” kitabı nedeniyle "örgüt propagandası yapmak", "suç ve suçluyu övmek" ve "suça teşvik etmek" iddialarıyla dava açıldı. Arzu Demir’in mahkemeye sunduğu savunmayı yayınlıyoruz. Bir sonraki duruşma 8 Kasım’da görülecek. |
11 kadın gerilla ile röportajlar yaparak hazırladığım Dağın Kadın Hali kitabı, 2014 yılının Kasım ayında ilk baskısını yaptı. Hakkında toplatma kararının verildiği 15 Mart 2016 tarihine kadar da 7 baskısı yaptı, binlerce okura ulaştı, birçok makalede kaynak olarak kullanıldı, kitapevlerinde en çok okunanlar listesinde haftalarca liste başında kaldı.
Kitabın yayınlandığı tarih ile toplatma kararının arasında neredeyse bir buçuk yıllık bir zaman var.
Dağın Kadın Hali neden ilk baskısını yaptığı zamanda değil de aylar sonra toplatıldı? Halbuki kitap çokça okunan ve üzerine çokça konuşulan bir kaynak haline gelmişti. Göz önündeydi. Bu kadar çok bilinen bir kitabın savcıların dikkatinden kaçması mümkün mü? Ya da devletin “makbul vatandaş”larından birinin şikayetçi olmaması mümkün mü?
Sadece bu sorunun yanıtı bile, toplatma kararının konjonktürel olduğunu, başka bir ifade ile siyasal olduğunu göstermeye yetiyor.
Aynı dönemde, meslektaşlarım Hasan Cemal'in “Delila- Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri”, Tuğçe Tatari'nin “Anneanne, Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim” kitabı ile Aram Yayınları'ndan çıkan çok sayıda kitap aynı toplatma, yasaklama ve dava uygulaması ile karşılaştı.
Dağın Kadın Hali'nin özgünlüğü şu oldu: Toplatma kararı ve hakkımda soruşturma başlatılmadan önce, hem bugün burada yargılaması yapılan Dağın Kadın Hali, hem de ilerideki günlerde yargılaması yapılması muhtemel Devrimin Rojava Hali, sosyal medyada kendilerini JÖH ya da PÖH ya da sempatizanları olarak tanıtan kimi hesaplar tarafından hedef gösterildi. Kitaplarımın D&R'da satılmasının ardından bir linç kampanyası başlatıldı. Takvim gibi kimi gazeteler de aynı linç kampanyasını yazılı basında sürdürdü.
Çok açık ki, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için İmralı'da başlatılan çözüm süreci devam ediyor olsaydı, Dağın Kadın Hali yasaklanmayacaktı ve ben burada sanık olmayacaktım. Kitabım ve ben, yasaklanan bir çok kitap ve yargılanan bir çok meslektaşım gibi, yeniden başlayan savaşın ve çatışmanın mağdurlarıyız. Mağdur olduğu kadar da tanığıyız. Bugünlerde de bu tanıklığımız nedeniyle yeni soruşturma ve davalarla karşılaşıyoruz.
İddianamede, “kolluk ya da cumhuriyet başsavcılığına gelmediği” şeklinde bir ifade var. İfade vermek üzere avukatımla iki kez savcı Gökhan Yolasığmaz'a gittim, ikisinde de “ifademi almayacağını, polise gitmem gerektiğini” söyledi. Halbuki kendisi, yaptığım haberler nedeniyle açılan soruşturmalar için sıkça gidip ifade verdiğim bir savcıydı. Üçüncü kez şansımı denemeyi planlarken, bu kez davanın açıldığını öğrendim. Öncelikle, ifade vermekten kaçındığımı ima eden iddianamedeki gerçeği yansıtmamaktadır.
İfademin dahi alınmadan davanın açılması da yasal olabilir ancak hukuki olamaz. Savcının baştan beni dinlemeye bile gerek duymadan daha soruşturmanın başında dava açmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Ki öyle de oldu.
Ben bu kitabı niye yazdım?
1998 yılından bu yana gazetecilik yapıyorum. Çevre mühendisliği bölümünü okudum. Ancak mühendislik yerine gazetecilik yaptım, hiç ara vermeden de yaptım. Ağırlıklı olarak da politika haberleri yapıyorum. Politikanın başat gündemi de Kürt sorunu olunca, bu mesele üzerine yüzlerce haber, röportaj yaptım, Türkiye ve Avrupa'nın yanı sıra Suriye, Irak ve Kafkasya'da bir çok yere gittim.
Çözüm süreci günlerinde, Türkiye ve dünyadan yüzlerce gazeteci gibi ben de PKK'nin denetimindeki bölgelere gittim, sürece ilişkin röportajlar yaptım ve çözüm sürecinin de getirdiği siyasi iklim sayesinde kitaba da konu olan “kadınlık ve erkeklik halleri”ni konuşma ve yazma olanağı buldum.
10 gün kadar gerilla kadınların yanlarında kaldım. Farklı bölge ve tarihlerde dağa çıkan 11 kadınla görüştüm. Onlara neden dağa çıktıklarını, dağa çıkmadan önce nasıl yaşadıklarını, çıktıkları dağlarda kadın ve erkekler bakımından geleneksel rollerin nasıl yaşandığını sordum. Dağa çıkan kadınlar karşısında erkeklerin tutumunun neler olduğunu öğrenmek istedim. Sonra ellerindeki silahın kendileri için ne anlama geldiğini, o silahı sevip sevmediklerini, aşk için, cinsellik için neler düşündüklerini ve Abdullah Öcalan'a neden bu kadar bağlı olduklarını da sordum. O günlerde çokça tartışılan “dağdan inme”ye kadınlar nasıl bakıyordu? Bunun da yanıtları kitabımda var.
Sadece Türkiye'nin değil, dünyanın konuştuğu bu kadınların kim olduklarını, neler düşündüklerini, bir kadın gazeteci olarak görmek ve göstermek istedim. Yani gazetecilik yaptım. Olay yerine, yani bu kadınların bulunduğu kamplara gittim ve onlarla görüştüm ve röportaj tekniğini kullanarak yazdım.
Çatışmalar durmuştu ancak üzerimde savaş uçakları geçiyordu, orada yaşadığım tedirginliği, korkuyu anlattım. Sadece tedirginliğim, merakım, yorgunluğum, dağlar karşısındaki çaresizliğim de değil, kapitalist kentlerin dışındaki bir mekanda, dağlarda, zaman algısını, özgürlük algısını da yazdım.
Onları dinledim, sordum ve yazdım. Bu toplumun en azından çeyrek asrı aşan bir süredir gündeminde olan PKK'li kadınları, bu toplumun bilme hakkı olduğunu düşündüm ve yazdım.
Demokrasi, bence her şeyden önce insanların bilme hakkıdır. Devletin “terörle mücadele” diyerek savaştığı bir örgüt olsa bile, bu memleketin insanlarının, benim, ailemin, sizin, herkesin, bu kadınların ya da erkeklerin kim olduğunu bilmesi bir haktır. Ben bu hakkın gereğini, bir gazeteci olarak yerine getirdim.
İddianamede, “Basın işlevinin yerine getirilmesi sırasında, yayının gerçek olması, kamu yararı bulunması, toplumsal ilginin varlığı, konunun güncelliği gözetmeli, haber verilirken özle biçim arasındaki denge de korunmalıdır. Bilgiyi yayma, eleştirme ve yorumlama haklarının kabulü için, açıklama, eleştiri veya değer yargısı biçimindeki bilginin gerçek ve güncel olması, açıklanmasında kamunun ilgi ve yararının bulunması, açıklanış şekli ile konusu arasında düşünsel bir bağ bulunması gereklidir” diye bir ifade ediyor.
Savcılık, kendisini bir gazeteci, meslek örgütü yerine koyuyor. Bir haberin ya da yazının niteliğini tartışacak olan yargı makamları değil, meslek örgütlerinin etik kurullarıdır. Ayrıca herkesin karşıtında ya da yanında durarak PKK'yi tartıştığı bir zamanda, benim bir gazeteci olarak gidip PKK'liler ile görüşerek onlarla ilgili yazmam da güncellik dışı değildir. Gazeteciliğin ta kendisidir. Kitabın okurdan gördüğü ilgiye bakılırsa, günceli yakalamış bir kitaptır.
Dağın Kadın Hali'ndeki her şey gerçektir, sahicidir. Ben bugün ana akım medyanın her gün yaptığı sözlerden fantastik bir dünya kurmadım. Gerçeği yazdım. Kadınların dağlara çıkarken, çocukluktan beri yaşadıkları şiddete karşı taşıdıkları öfke, geride bıraktıkları karşısında duydukları hüzün, dağların kendilerine kattığı güç, erkekler karşısında gösterdikleri kadın dayanışması, kentlere ait olamama duygusu.... Bunların hepsi gerçek.
Özetle, ben bu kitapla gazetecilik yaptım. Gittim, gördüm, konuştum ve yazdım. Hakikati yazdım.
Son bir not olarak da şunu belirtmek istiyorum; dün akşam Küba'da Kolombiya devleti ile Kolombiya Silahlı Devrimci Güçleri/FARC arasında yarım asrı aşan bir süredir devam eden savaşı sona erdirecek barış anlaşması imzalandı. Eğer Türkiye'de 7 Haziran sonrasında yeniden savaşa dönülmemiş olsaydı, gidip görmek, konuşmak ve yazmak istediğim yerlerden biriydi FARC'ın gerilla kampları.
Kolombiya'daki bu barış umudu, kilometrelerce öten meseleye bakan beni bile heyecanlandırıyor. Çünkü barışa çok ihtiyacımız var. Benim gibi, kökeni batı Karadeniz yani Kastamonu olan, İstanbul'da doğan, Batı'da küçük bir adada ve İstanbul'da büyüyen Türk ve Sünni için bile barışa ihtiyaç var.
İşte ben Dağın Kadın Hali'ni barış düşünü büyütmeye biraz katkısı olur diye de yazdım.
Son söz olarak; eğer biz bugün çözüm sürecinde olsaydık, ne bu ve diğer kitabım yasaklanacaktı, ne de ben sanık olacaktım.
Bu nedenle iddianamede atılı suçlamaları kabul etmiyorum. (AD/ÇT)