Bu korkunç hafta boyunca kim bilir kaç kez gitmeyi düşündük bu ülkeden; uzaklaşmak, ciğerimizi söken tüm bu öfke ve şiddet sarmalından kaçmak istedik. Boğazımıza kadar umutsuzluğa battığımızı, nefes alamayacak kadar oksijensiz kaldığımızı hissettik. Aslında yeni değil bu duygular üzerimizde. 1993 Temmuzunda Sivas’ta Madımak Oteli önündeki gözü dönmüş kitleyi seyrettiğimizde birçoğumuz bu ülkede artık yaşanmaz demişti. Devletin koruyuculuğu ve kollayıcılığında diri diri yakılan canların hesabı sorulmadığı, Aziz Nesin’i hedef alan “ama” cümlelerinin katliamı hafifletmek için kullanıldığı günlerde mağduru değil katilleri savunan, onlarla “empati” yapan az buz insan yoktu ortalıkta. “Akıllı ol” diye bağırıyordu kara suratlı bir adam Aziz Nesin’e. Bilse ki “akıl” ise mevzubahis olan Nesin ile kendini aynı cümlede kullanması “akıllara zarardı”. Çok işittiğimiz külhanbeyi edalı “akıllı ol” replikleri aslen “had bildirme” girişimleriydi. “Akıllı ol” diyerek katilleri övenlerin bir kısmı “aklını” kullanıp parlamentoya girdi, diğerleri de onlara sandıkta oy verdi.
Karlı bir İstanbul gününde Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü haber aldığımızda, benzer bir umutsuzluk kaplamıştı içimizi, galiba en derinini de Hrant öldürüldüğünde hissetmiştik. Toplumsal vicdanın sesine kurşun sıkan, yine o toplumun içinden bir yerlerdendi. Muhtemelen Hrant’ın tek bir yazdığını baştan sona okumamış, tek bir cümlesini kalbiyle dinlememişti ama olsun Hrant daha önce vilayetteki odada “akıllı ol” diyenleri dinlememişti; ölmeyi hak ediyordu! 19 Ocak’ı takiben “ama”lı cümleler yine ortada döndü dolaştı. Beyaz bereliler “hepimiz Ogün Samast’ız” derken bu ülkenin vicdanının çoktan parçalanmış olduğunu bir kez daha bizlere kanıtlıyorlardı sanki. Yine soğuk bir kış günü Roboski katliamı geldi ardından. Bugün ayrıntıları daha net bir biçimde ortaya çıktığı üzere bile bile kendi gençlerini, çocuklarını katletti bu devlet. Roboski’nin adında da yasında dahi birleşemedik biz. Yas tutmayı sadece “bizden” olanlara hasretmiştik çoktan. Ne de olsa memlekette “sayın kaçakçı” başlıklarıyla nefret kusan kalemşorlarımız ve onları avuçiçleri parçalanana kadar alkışlayanlarımız vardı. Üç kuruşa canı cebinde mazot taşımaya mahkum olanların sesini duymak yerine generaller ile “empati” yapmak daha kolaydı.
Ali İsmail’in katledilmesi üzerine televizyon ekranlarında bir yorumcu pişkin pişkin o saatte eylem mi olur diyordu. O da birçoğu gibi olsa olsa “iyi çocukların” Ali İsmail’e saldırırken azıcık abarttığını düşünüyordu. Berkin’in bilyesi, sapanı diye konuşmaya başlayanları da hatırlıyoruz elbet; annesini meydanlarda yuhalatanları ve bunu yapanın tavrını insani tepki görüp doğallaştırmaya çalışanları. Yeldeğirmen’inde katledilen Nuh Köklü’nün ardından o saate ne kartopuymuş kardeşim, esnaf da ekmeğinin derdinde, işleri güçleri yok kadınlı erkekli eğlence yapıyorlarmış diyenleri duyacaksınız. Hani “yeri geldiğinde” polis, zabıta gibi davranması gerektiği salık verilen esnafın bir nefeslik neşeye müdahalesi meşrudur değil mi! Muhtemelen “akıllı olun” falan da demiştir önceden katil; had bildirmek vazifesidir. Kendisi de pek “akıllı” olduğundan kalbinden bıçaklamıştır Nuh’u! 3-5 yıl yatar çıkarım diyecek kadar akıllıdır; memleketin “adaletini” bilir.
Nedir bir toplumu bu hale getiren?
Toplumsal vicdanı böylesine paramparça eden nedir? Bu tip bir sorunun tek bir cevabı yok elbette.
Toplumsal vicdanın, bireylerin doğru ve haklı algılarını aşan, toplumdaki eşitsizliklere ve sorunlara karşı kolektif bir sorumluluk duygusunu içeren bir toplu hissediş ve tavır alış olduğunu söylemek mümkün. Bu ülkede makro ölçekte toplumsal vicdanın önündeki en büyük engellerden biri, başta 1915 olmak üzere failinin kolektif olduğu kırım, kıyım gibi hadiselerle ve devletin işlediği suçlarla yüzleşmeme eğilimi. Şişirilmiş ama herhangi bir gerçekliğe tekabül etmeyen kolektif özgüven, ‘içeride’ ve ‘dışarıda’ saldırgan, kibirli ve nobran davranmayı kolaylaştırıyor. Kendi varlığı ve eylemliliği üzerine düşünümsellik yoksunu tavır alışlar, siyasi gramerin yapay mağduriyetlerden güç devşirme taktiği ile birleşiyor. Türkiye’nin genel politik atmosferine hakim olan buyurgan üslup, toplumsal vicdanın parçalanmasına ve güç nesnesine yönelerek adalet ve hak duygusundan uzaklaşmaya neden oluyor.
AKP’den çok önce toplumsal vicdanın sakatlanmış olduğuna dair kanıtlar var elimizde ancak mevcut siyasal iktidar, politik ve sosyo-ekonomik hamleleri ile toplumsal vicdanın tümden ölümünü ilan etti. Bu acı ölümün söylemsel ve yapısal olarak karşılık geldiği süreçler var. Öncelikle AKP’nin hakikati temellük eden bir iktidar olma savı, kendi siyaseti dışındaki tüm grupların ve tutumların gayrimeşru ilan edilmesine yol açtı. Adalet ve hak duygularını sadece kendi tanımladığı biçimde ve kendinin tanıdığı öznelere uygulanacak ilkeler olarak algılayan iktidar, demokratik kazanımları peyderpey tüketti. Toplumdaki fay hatlarını pratik siyasi çıkarlar için aktive eden, toplumsal barışı sağlayabilecek ara formları ortadan kaldıran bir siyasetle, toplumsal gerginliklerin meşru bir biçimde dışavurulmasını engellemeye çalıştı. Siyasal alanı daraltan, kamusal tartışmayı manipüle eden bu siyaset yapma biçimi, mikro alanlardaki iktidar mücadelelerini de bir varlık-yokluk ilişkisine dönüştürdü. Tüm bunlarla da bitmiyor, AKP, izlediği iktisat politikasının yol açtığı sosyal sorunları gidermek adına özgürlük alanlarını boğan, partiye doğrudan ya da dolaylı biçimde eklemlenen klientalist ağların yeniden yapılanmasını sağladı. Sivil toplumu işlevsizleştirerek onun yerini almaya çalışan bu örgütlenmeler muhalefetin adalet ve hak arayışlarını değersizleştirme yönünde faaliyet sürdürüyor. Toplumu ilgilendiren tüm sorunların kaynağında İslam’dan uzaklaşmayı gören ‘sivil toplumculuk’, eğitimden hukuka kadar birçok alanın İslamizasyonunu çare olarak topluma dayatıyor. Ardında güçlü finansal ve siyasal destek olan kuruluşlar, dini referanslarıyla tıpkı örnek aldıkları AKP gibi hakikati temellük edilebilir bir şey olarak lanse ediyor. Mikro alanlarda bu bakış açısı “dejenere”, “ahlaksız” olarak yaftalanana güçlü olanın şiddet ve dışlama mekanizmalarını kullanarak “haddini bildirmesini” tetikliyor.
Bize “akıllı ol” diyerek mahallemizde, iş yerimizde had bildirmeye çalışanların önemli bir kısmı, öfkeli ve buyurgan bir lider profilinden ilham alıyorlar. İstediğini azarlayan, istediğini kendini eleştirdi diye hapse attıran, hırslarına kocaman bir ülkenin insanlarını kurban eden bir “baba”nın otoritesi altında ezilenler, kendi ezilmişliklerini özgür ve mutlu yaşamak isteyenlerden çıkarıyor. Hayata dair tatminsizliklerini giderme yolunda mecliste, mahallede, evde saldırıya geçiyorlar. Bu karanlık tabloya inat mutlu olanlara, direnç gösterenlere, yaşamdan taraf olanlara tahammül edemiyorlar. Tüm bunlar yaşanırken iktidar, olayları ya birbirinden kopuk, tekil, adli olaylar ya da ‘bozguncuların’, ‘paralellerin’, ‘ahlaksızların’ işi olarak gösteriyor.
Ölümlere siyaset karıştırmayın diyen iktidar çevrelerine cevaben tüm bu katliamların siyasi olduğunu haykırmaktan geri durmamalıyız. Çünkü biliyoruz ki iktidarın nefret dili günbegün toplumsal vicdanı parçalayarak ülkenin ortak geleceğini tahrip ediyor. Evet, çekip gitmek istiyor bir yanımız, kendimizi çok az ve yorgun hissediyoruz. İşte böyle zamanlarda aklıma hep Erdal Eren’in annesine yazdığı mektup geliyor. Yazıyı bu mektuptan alıntıyla bitiriyorum: “Baharın, karın altından fışkırdığı bugünlerde içeride olmak, çiçek kokusunu alamamak, geniş yeşilliklerin güzelliğini görememek insanda anlatılması zor bir duyguyu yaratıyor. Ama bu duygu öyle karamsarlığın, yılgınlığın, bitkinliğin ve vazgeçmişliğin bir belirtisi olmuyor. Aksine, bu duygu beni daha biliyor, daha hırçınlaştırıyor, bir yerlerden uzaklaştırıyor, bir yerlere yakınlaştırıyor… Biz karşımızdakiler gibi bir avuç değiliz. Biz halkız. Bak sana bizden olanları iyiyi, güzeli, haklarını isteyenleri sayayım. Ben varım, babam var, sen varsın, kardeşlerim var, ablam bacım var, sonra köydeki dayılarım, şehirdeki amcalarım ve onların akrabaları, komşuları var, onların arkadaşları, onların oğulları, kızları, benim okul arkadaşlarım, onların arkadaşları, onların akrabaları, amcaları, dayıları var ve yine onların… saymakla bitiremeyeceğim kadarız biz. Gördün mü ak saçlı boncuk gözlü anacığım saymakla bitiremiyorum. Yeter ki omuz verelim birbirimize. Yeter ki destek olalım ortak mücadelemizde.” (GGÖ/HK)
G. Gürkan Öztan, 2009 yılında “Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası” adlı doktora tezi ile İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktorasını tamamladı. Tezi, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınlarından (2011) aynı adla kitaplaştı. Türkiye’de resmi ideoloji, milliyetçi akımlar, milliyetçilik-toplumsal cinsiyet ilişkisi ve militarizm konuları başta olmak üzere makaleleri Toplum ve Bilim, Doğu-Batı, Dipnot, Düşünen Siyaset, Eğitim-Bilim-Toplum, bianet, Birgün gibi yayınlarda yayınlandı. Türk Sağı: Mitler, Fetişler ve Düşman İmgeleri (İletişim Yay.) adlı bir kitabı olan Öztan, halen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyaset Bilimi Anabilim Dalında yardımcı doçent olarak çalışıyor ve Siyaset Bilimine Giriş, Siyaset Bilimi, Ordu ve Siyaset, Etnik Sorunlar ve Milliyetçilik dersleri veriyor. |
* Fotoğraf: Beyza Kural