Geleneksel cinsiyet rollerini savunanlar, kuşkusuz ''Cinsiyet'' konulu tartışmalardan ve geleneksel anlayışa alternatif bir bakış açısı ortaya konmasından pek hoşlanmazlar, çünkü onlara göre zaten her şey olması gerektiği gibidir. Geleneksel bakışı destekleyenler, cinsiyet rollerindeki eşitliği ve adaleti sorgulayan ve bu nedenle de geleneksel kuralları benimsemeyen ''farklı'' kişiler ortaya çıktığında ise onları ''Kavgacı'', ''Saldırgan'', ''Sapkın'' ve ''Tehlikeli'' olarak etiketleyebilirler. Toplumun çizdiği çizginin dışında düşünen ve davranan bu kişilere yönelik tanımlamalar, özellikle de bu kişiler kadınsa ya da feministse, daha da çoğaltılabilir. Ancak bu tanımlamalar arasında olumlu sıfatlar bulmak, yine de çok zor olacaktır.
Her şeye rağmen, ''Cinsiyet rolleri'' konusunda düşünenler olarak bu konuya eğilmeliyiz. Özellikle, bu konuda en çok zarar gören kişiler ya da diğer bir deyişle kadınlar olarak, toplumsal cinsiyet rollerinin bize uygun gördüğü şekilde ''uysal ve pasif'' davranmayarak, akıllardaki soru işaretlerini artırmalı, değişime yönelik küçük de olsa bir adım için, bu rollerin etkisini sorgulamalı, sorgulatmalıyız.
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rolleri
Cinsiyetle ilgili öncelikle söylenmesi gereken cinsiyet tanımının hem biyolojik hem de sosyal perspektiften yapılabileceğidir. İngilizcede biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender) olmak üzere biyolojik ve sosyal perspektifi ayrıştıran ifadeler mevcuttur. Türkçede ise cinsiyet kelimesi hem biyolojik hem de toplumsal cinsiyet için kullanılır. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde, cinsiyet ''Bireye, üreme işinde ayrı bir rol veren ve erkekle dişiyi ayırt ettiren yaradılış özelliği'' olarak, daha çok biyolojik perspektiften tanımlanmıştır.
Biyolojik perspektifin iddia ettiği gibi kadın veya erkek olarak doğabiliriz ve bu bazı fizyolojik ve genetik farklılıklar getirebilir. Ancak soru işaretleri, bizim bu biyolojik farklılığa neler atfettiğimiz ve onu sosyal olarak nasıl yapılandırdığımız noktasında, yani toplumsal cinsiyette başlar. Toplumsal cinsiyet kişinin içinde yaşadığı toplum ve kültürün o cinsiyeti nasıl tanımladığı ve ona hangi rolleri uygun gördüğüyle ilgilidir. Örneğin, kadın ve erkeğin iş hayatında birlikte yer aldığı günümüz dünyasında, hala geleneksel roller, dogmatik bir bakışla, erkeği eve ekmek getirmekten sorumlu, evin direği, güçlü kişi olarak tanımlarken, kadını ev işlerinden, çocuk bakımından sorumlu, bağımlı ve ihtiyaç sahibi kişi olarak görür.
Peki, gerçekten bir kişi sadece erkek olduğu için arabalara ya da matematiğe ilgi duyabilir ve bir kadın doğası gereği daha iyi yemek yapabilir mi? Ya da erkekler, genetik olarak, çocuk bakımına kadınlara göre daha mı az yatkındır? Aslında, topluma ve cinsiyet rollerinin zaman içindeki değişimine bakmak bile bu rollerin, doğuştan gelen farklılıklarla değil, sosyalleştiğimiz çevre ve içinde yasadığımız toplumla ilgili olduğunu ve bu nedenle de değişime açık olduğunu göstermeye yeter.
Örneğin, yemek yapmak kadının görevi olarak görülürken aslında pek çok başarılı erkek aşçı vardır. Bu durumda pratik yaptıkça gelişeceği açık olan yemek yapma becerisi için kadınların (doğuştan) yatkınlığı olduğunu söylemek ne kadar doğru olabilir?
Sanayi devrimi ve kadın hareketleri öncesinde, kadınların iş hayatına uygun olmadıkları düşünülürken, günümüzde pek çok farklı statü ve pozisyonda çalışan kadın bu tür ön-kabullerin doğru olmadığını kanıtlamaya yetmez mi? Ya da, eskiden çocuklarını sadece uykularında seven ve sert görünmeye çalışan babalar çoğunluktayken bugün, bakım veren olarak anne kadar görev alan ve sevgisini korkmadan gösterebilen erkeklerin sayıca artmış olması, değişimin hayatı ne kadar güzelleştirebileceğinin bir göstergesi değil midir?
Temel olarak, bu örneklerin bize söylediği, bakış açımızı değiştirdiğimizde, sorduğumuz sorularla, cinsiyet rollerinin sadece sosyal olarak yapılandırılmış ve bizi sınırlayan kabuller olduğunu rahatlıkla görebileceğimiz ve sonucunda bireysel ve toplumsal düzeyde bir değişim yaratabileceğimiz. Bu değişimle birlikte, hangi cinsiyetin hangi alana yatkın olduğu ya da hangi işin kimin görevi olması gerektiği de kolaylıkla değişecek, cinsiyet rolleri önemini yitirecektir.
Geleneksel rolleri savunanlardan bazıları, toplumdaki değişimin olası olduğunu ancak bunun zaman içinde kendiliğinden olacağını ve sürekli cinsiyet rollerinin sorgulamasının rahatsız edici olduğunu ifade ederler. Ancak ''rahatsız edici'' olarak tanımlanan bu sorgulamalar ve çaba olmadan değişimin yönünü nasıl belirleyebiliriz? Örneğin, 19 yy. kadın hareketleri, kuşkusuz o dönemde yaşayan pek çok erkek için rahatsız ediciydi, ancak bu hareketler ya da ilerlemeler olmasaydı belki birçok kadın hala iş hayatında kendilerini gerçekleştirme şansı elde edemeyecekti.
Bu bağlamda, toplumun daha adil, eşit ve herkes için daha yaşanabilir olması için gerekli adımlar atılmaz ya da tam tersi yönde değişimler yaşanırsa değişimin özellikle de ezilen gruplar için daha can yakıcı olması oldukça muhtemeldir. Örneğin, kız çocuklarını okula göndermeyen sistemi, kadına şiddeti, kürtaj yasağını sorgulamadan, konuşmadan ve bunları engellemek için gerekli adımları atmadan zaman içinde kendiliğinden olumlu bir değişim olabileceğini nasıl düşünebiliriz?
Toplumlar, zaman içinde değişir; ancak bu değişimi yaratan yine toplum yani toplumu oluşturan insanlardır. Yani biz içinde yaşadığımız zamandan ve toplumdan ve yaşadıklarımızdan bağımsız değiliz. Ebeveynlerimizin ve daha eski kuşakların karşılaştığından farklı bir dünyaya gözümüzü açtık ve bu dünya biz büyürken daha da değişti. Bizden sonra gelen nesil de dünyayı bizimkinden çok farklı bir noktadan algılayabilir. Bu durumda eski kurallarla yeni dünyayı şekillendirmek ve anlamlandırmak yerine, daha eşitlikçi bir ortamda, kendimiz olarak yaşayabilmek için, bizi geleneksel cinsiyet rollerinin kelepçelerinden kurtaracak değişimler yaratmanın zamanı değil mi?
Aslında, var olan eşitsizlikleri sorguladığımızda, değişim için her zaman açık bir kapı bırakabildiğimizde, bu konu üzerine daha çok tartışıp konuştuğumuzda, önce cinsiyet farklılıklarını değil insan olduğumuzu ve her birimizin farklı eğilim ve ihtiyaçları olabileceğini düşündüğümüzde değişimin yönünü daha özgür ve eşit bir dünyaya çevirmek mümkün olacaktır.
Değişim neden istenmez, neden gerekli?
Değişim bizi özgürleştirecek ve daha eşit bir dünyada yaşamamızı sağlayabilecekken, değişimi kabul etmek pek çok kişi için neden bu kadar zordur? Değişim neden istenmez? Aslında, sadece cinsiyet rollerinin değişimi değil tüm değişim ve dönüşümler cesaret, uğraş gerektirir ve bu sebeple de başta tedirginlik yaratır. Örneğin, çok şikayet ettiğimiz bir işten ayrılmak, hiç sevmediğimiz bir şehirden ayrılıp farklı bir yerde yeni bir hayata başlamak -daha iyi olacağından emin olsak bile- zor gelir. Genellikle insanlar için, bilinen, alışılan, tutarlı ve sürekli olan baş etmesi kolay olandır, muğlaklık ve belirsizlik ise zor olduğundan tercih edilmez.
Geleneksel cinsiyet rollerini savunan kişiler de, buna paralel olarak, kadının ev işlerini yaptığı ve erkeğin paranın sorumluluğunu aldığı bir ailede yetiştiklerini, böyle yaşamaya alıştıklarını, şimdiye kadar sorunsuz işleyen bu düzenin devam etmesi gerektiğini söylerler. Çünkü bu bildikleri, tanıdıkları bir sistemdir ve bu sistemde düşünmelerine gerek kalmadan yapacakları şeyler tanımlanmıştır.
Bunun yanısıra, yeni roller -ve rollerdeki değişim- yenilik, yabancılık ve adaptasyon süreci getireceğinden korku yaratabilir. Bu nedenle, sadece toplumdaki güçlü gruplar değil, ezilen ve ayrımcılığa uğrayan gruplarda var olanı devam ettirme isteği içinde olabilir. Örneğin, erkekler toplumdaki güçlü pozisyonlarını kaybetme korkusu yaşarken kadınlar para kazanma sorumluluğundan kaygı duyabilir ve bu sebeple de var olan kuralları devam ettirme eğilimi içinde olabilir.
Ancak değişen koşullarda var olanı devam ettirmeye çalışmak, özellikle kadınlar olmak üzere iki cinsiyette de hoşnutsuzluk ve gereksiz yükler yaratabilir. Değişimden kaçarak kolay olanı seçmeye çalışırken, partnerlerin mutsuzluğu ya da kendimiz olamamak gibi dolaylı fakat daha olumsuz sonuçlar çıkabilir karşımıza. Örneğin, eski düzende sadece ev işlerinden sorumlu olan kadın, şimdi çifte mesai yaparak, yani hem evde hem işte çalışarak, ''süper kadın'' olma zorunluluğu hissedebilir. ''Süper Kadın'' olma baskısının, artan iş yüküyle birlikte ilişkilerinde mutlu olamayan ve hayattan doyum alamayan kadınlar ve mutsuz ilişkiler yaratması da çok olasıdır.
Bu bağlamda, boşanma oranlarındaki artıştan, kadınların beklentilerinin çok arttığından sıklıkla bahsedilir ve bu konuşmalarda deyim yerindeyse ''modern kadınlar'' suçlanarak sanık kürsüsüne oturtulur. Ancak suçlunun, değişen koşullarda, değiştirmediğimiz kuralların sorgulanmadan kabul edilerek devam ettirilmesi olabileceği pek akla gelmez.
Kalıp-yargılar ve cinsiyet rollerinin özellikle de kadınlar üzerinde yarattığı iş yükü ve partnerlerin memnuniyetsizliğinin yanısıra kişilerin karşı cinsin olumlu sayılabilecek özelliklerini yansıtma ve içselleştirerek yaşama hakkını da elinden aldığını söylemek mümkündür. Örneğin, kırılan duygularıyla, iç dünyasında yaşadığı çatışmalarla ya da cinsel sorunlarıyla ilgili konuşmak isteyen ve kadınların duygularını, deneyimlerini birbiriyle paylaşmasını çok olumlu değerlendiren bir erkek, ''erkekler ağlamaz'' kalıp-yargısı ve bu tip davranışların erkeklere uygun görülmemesi nedeniyle içindekileri içinde tutmaya ve ''erkeklik'' maskesinde bir çizik bile oluşmasın diye çaba göstermeye devam eder.
Benzer şekilde iddialı ya da girişken kadınlar, anlayışsız, hırçın, dediğim dedik, inatçı gibi o kadar çok olumsuz geri bildirim alır ki, neredeyse erkekler için olumlu kabul edilen karakterler özelliklerinden dolayı suçlu hissetmek zorunda bırakılır. Yine kalıp yargılar sebebiyle ve toplumun kabul ettiği kurallara göre davranma baskısı ve/veya kaygısıyla, bir süre evde dinlemek ve çalışmak istemeyen bir erkek rahatsız hisseder ya da araba kullanmayı çok seven ve iş edinmek isteyen bir kadın otobüs ya da taksi şoförü olmayı aklından bile geçir(e)mez.
Geleneksel cinsiyet rollerini savunanlar sosyal olarak yapılandırılmış bu tür ''küçük'' kabullerin sonuçlarını görmek istemezler ya da bilerek gözden kaçırırlar. Ancak bu kabullerin mutsuzluk, kendini gerçekleştirememe, başarısızlık gibi sonuçları vardır. Örneğin, küçüklüğünde, duygularını paylaşması desteklenmeyen, ağladığında ''erkek adam ağlar mı?'' sorusuyla teselli edilen küçük erkekler boşanma, işsizlik, aldatılma gibi olumsuz durumlarda, karşılaştıkları duygusal yükle nasıl başa çıkacaklarını bilemezler ve profesyonel yardım almayı da ''erkekliklerine'' yediremezler.
Günlük yaşamda, iş hayatında, fiziksel-ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasında, bu hastalıklarla baş etme mekanizmalarında ve daha pek çok alanda, dikkatli bakıldığında geleneksel cinsiyet rollerinin yarattığı olumsuz etkilerin parmak izini görmek mümkündür. Bu nedenle, cinsiyet rollerinin olumsuz etkilerinden ve yarattığı yükten kurtulmak için cinsiyet rollerini sorgulamalı ve değişmesi için çaba göstermeliyiz.
Özgürlük için değişim
Değişim tüm kadın ve erkeklerin tamamen aynı olması, tüm gücü erkelerden alıp kadınlara vermek demek değildir. Değişim kaos yaratmak ya da erkekler ve kadınlar arasında düşmanca ilişkiler oluşturmak zorunda da değildir. Değişim, herkesin daha mutlu olduğu, eğilimleri, istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda davranabildiği, seçimler yapabildiği, toplumsal hayattaki rollerini sorgulayabildiği, değiştirebildiği uygun bir ortam yaratabilmek için gereklidir.
Cinsiyet rollerine uygun davranma yükünü kişilerin üzerinden almak, kalıp yargıların olumsuz sonuçlarından kurtulmak, herkesin kendi biricikliğini özgürce gösterebilmesini sağlamak, diğer cinsiyete özgü kabul edilen özellikleri rahatça içselleştirip, geliştirebilmek için gereklidir. Değişim kadınların başarılı olmaktan erkeklerin ağlamaktan korkmaması için gereklidir. Yani, yukarıda sözü edilen sebeplerin özeti ve özü olarak, değişim, kadın-erkek herkesin mutluluğu ve özgürlüğü içindir. (LK/YY)