Atölye BİA/ Temel Gazetecilik Şubat 2019 programı katılımcısı Filiz Yalçıntaş'ın haber çalışması Yükseköğretim Kurulu'nun (YÖK) Şubat ayında bir gazetede çıkan haberi izleyen günlerde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi’ni durdurması ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi'ni web sitesinden kaldırması üzerineydi.
TIKLAYIN- YÖK'ün Kaldırdığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi
Yalçıntaş'ın haber çalışması Prof. Dr. Alev Özkazanç'ın yazısı ve Prof. Dr. Zeynep Direk'le yapılan söyleşiden oluştu.
TIKLAYIN- Prof. Dr. Zeynep Direk: Feminist Hareket de Bizim Kültürümüz
Özkazanç da "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karşıtlığının Dinamikleri" başlıklı metni Yalçıntaş'ın soruları kapsamında yazdı.
***
“Toplumsal cinsiyet” kavramı 1970’lerden itibaren feminist kuramın temel kavramı olarak ortaya çıktığından bu yana farklı anlamlar edindi ve tartışmalara yol açtı. Bazıları bu kavramı sadece kadın erkek ayrımına işaret eden bir şey olarak görürken bazıları da ikili cinsiyet ayrımının radikal bir şekilde sorgulanması ve ötesine geçilmesi için bir imkân olarak anlamlı buldu.
Zaman içinde ikili cinsel fark sistemi ve biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki varsayılan ayrımın da sorgulanmasıyla birlikte, yani LGBT hareket ve queer feminizmin etkisiyle bu “belalı” kavram etrafındaki tartışmalar alevlendi.
“Ataerkillik” ya da “cinsiyet farkı” kavramları yerine “toplumsal cinsiyet” kavramının feminist literatürde zaman içinde öne çıkması, aslında geri planda feminist hareket ve politikada gerçekleşen bazı önemli değişimlerin de bir göstergesiydi.
Toplumsal cinsiyet kavramının bu kadar popüler olmasının arkasında yukarıdaki kuramsal tartışmalardan ziyade, bu kavramı eşitlik kavramı ile birleştiren önemli bir politik dönüşüm vardı.
1960’ların feminist dili çoğu zaman “kadın özgürleşmesi” veya “kadınların kurtuluşu” gibi kavramlarla doluyken, 80’lerden itibaren bunun yerini “ayrımcılık karşıtlığı” ve “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramları almaya başladı.
1980’lerden itibaren uluslararası belgeler ve anlaşmalara damga vuran “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı, son 40 yıl boyunca Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve küresel feminist hareketin temel düsturu olarak etkinlik kazandı.
Temel olarak kadınların (ya da daha resmi bir ifadeyle söylersek, cinsiyet ve cinsel yönelim ayrımı yapılmaksızın her bireyin) ayrımcılıktan uzak biçimde temel insan haklarını kullanabilmeleri için gerekli bir dizi alanda yapılması gereken değişimlere dikkat çeken bir paket oluştu zamanla.
Bu paket içinde kadın haklarına yapılan vurgu ile LGBT haklarına yapılan vurgu eşit düzeyde olmasa ve bu konu tartışmalı kalmaya devam etmiş olsa da, toplumsal cinsiyet eşitliği denince LGBT bireylere karşı yapılan bariz ayrımcılıkların da kapsandığını görüyoruz. Ama başka bazı ortam ve bağlamlarda bu eşitlik fikri, sadece kadın-erkek eşitliği olarak anlaşıldı ve benimsendi.
Böylece sıklıkla bu kavram, cinsiyete dayalı şiddet başta olmak üzere, kadınların siyasi temsil, ekonomi ve sosyal hayata tam katılım, sağlık ve eğitimle ve tüm kültürel alanla ilgili birtakım değerler, tutumlar, saptamalar, öneriler, düzenlemeler bütününü ifade edecek şekilde kullanıldı.
Türkiye de 1985’te Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi'ni (CEDAW - Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women) onayladıktan itibaren bu sürece katıldı. 1990 sonrasında özellikle kadın hareketinin bastırmasıyla birçok alanda kurumsal ve yasal düzenlemeler yapıldı.
1995 Pekin Deklarasyonu’nun etkisiyle hızlanan bu süreçte, AB sürecinin de olumlu etkisiyle ve özellikle 2000 sonrasında kamu bürokrasisi ve sivil toplum ve siyasi partilerde çok sayıda eğitimler yapıldı, üniversitelerde merkezler açıldı.
Sonradan Aile Bakanlığı içinde etkisiz hale getirilen Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM) kuruldu, nihayet 2011 de İstanbul Sözleşmesi imzalandı. Kısacası son 40 yılda dünyada ve Türkiye’de kadın hareketleri, geniş sol muhalif hareketler ve demokratik devletlerin (ve hatta o kadar demokratik olmayan devletlerin bile) gündeminde olan bir kavramdan ve bir uygulamadan söz ediyoruz.
2010’dan sonra sağ popülist tepkiler yükselmeye başladı
Yakın zamanlarda özellikle 2010 sonrasından itibaren hem “toplumsal cinsiyet” kavramının kendisine karşı hem de “toplumsal cinsiyet eşitliğine” dair Avrupa’dan başlamak üzere, Kuzey Amerika ve Latin Amerika’da, Rusya’da, yani bu kavramla tanışmış olan neredeyse her yerde muhafazakâr, dinci ve sağ popülist tepkiler yükselmeye başladı.
Aslında bu tepkilerin kökeninde 1995 BM Pekin Kadın Konferansı’ndan sonra Vatikan’ın gösterdiği tepki var. Daha o zaman Vatikan, “toplumsal cinsiyet ideolojisi” dediği şeyin, kadın-erkek eşitliği kisvesi altında kürtaj ve eşcinsellik savunusu yapmak anlamına geldiğini söylemeye başlamıştı.
Ama günümüzde yükselen tepki sadece bu bildik dinci kökenle açıklanamaz çünkü artık bu tür tipik anti-feminist dinci tepkiye başkaca yeni ve güçlü ögeler ekleniyor. Neo- liberal küreselleşmeye ve/veya liberal-demokratik kurumlara karşı duyulan tepkiler her yerde ulusalcı popülist hareketlerin ve otoriter rejimlerin güçlenmesine yol açtı.
Bu yükselen sağ popülist dalgaya bağlı olarak Macaristan, Polonya, Slovakya, Hırvatistan, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde “toplumsal cinsiyet ideolojisi” diye adlandırdıkları şeye karşı mücadele veren kitlesel hareketler türedi. Bunlara toplumsal cinsiyet-karşıtı (anti-gender movements) deniyor.
Katolik kilisesinden güç alan ama asıl olarak merkez ve aşırı sağ sekuler kesimleri de içeren geniş bir koalisyon olarak davranan bu hareketler, kürtaj, eşcinsel evlilik, evlat edinme hakkı ve okullarda çocuklara cinsel eğitim verilmesi gibi konular başta olmak üzere “toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana akım olmasına” ve bunu dayatan “AB elitlerine” karşı çıkıyorlar.
Bu arada “toplumsal cinsiyet kavramı” da biyolojik cinsiyeti inkâr ettiği ve herkesi “cinsiyetsiz” olmaya zorladığı gerekçesiyle bilimsel değil “ideolojik” olmakla hatta “totaliter” olmakla suçlanıyor.
Bu gelişmeler sonucunda yakın zamanda tuhaf şeyler olmaya başladı. Örneğin günümüzün en önemli toplumsal cinsiyet kuramcısı olan J. Butler geçen yıl Brezilya’da fiziksel saldırıya uğradı.
Yine birkaç ay önce Macar lider Orban, “ideolojik” olduğu gerekçesiyle üniversitelerde toplumsal cinsiyet programlarını kaldırdı ve kamusal fonlamayı kesti.
Kısacası bu, yeni hareket özgün ve çok ciddi bir reaksiyon. Tanıdık bir anti-feminist ters tepme ya da bildik muhafazakâr aileci yaklaşımdan farklı bir söylemsel oluşum ve küresel oluşumla karşı karşıyayız.
Türkiye’deki son tepkiler, yeni bir oluşumun başlangıcı olarak görünüyor
Türkiye’de yakın zamana kadar bu tür bir popüler hareket gelişmedi ama 2011 “ustalık dönemi” sonrasında devlet eliyle eşitlik karşıtı müdahalelerin adım adım güçlendiğini ve son üç yılda ise şok edici bir hız kazandığını görüyoruz.
Yani, şimdiye kadar eşitlik karşıtı politika güçlenmekle birlikte şimdiye kadar Batı’daki örnekleri gibi popüler bir hareket olarak ortaya çıkmadı. Ama belki de yaşanan son gelişmeler bu tür bir hareketin ilk adımları olarak görülebilir.
Ben son aylarda olan biten bazı şeyleri, “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramına karşı çıkışları, Türkiye’nin de son yıllarda içine girdiği bu yeni küresel bağlam ile ilişkili görüyorum. Kendine has özellikleri olmakla birlikte, Ortaya çıkan bazı yeni söylemsel ögeler ve reaksiyon biçimleri bu genel sağ popülist dalgayla benzerlik taşıyor.
Hatta bazen doğrudan Avrupa’daki tartışmalardan etkilenmiş, onu taklit etmiş gibi görünüyor. Ayrıca son iki ayda İslamcı çevrelerde yazılan şeylere baktığımda, İslam referansının yerine, ya da onunla birlikte daha anti-küreselci ve ulusalcı ögelerin öne çıkmaya başladığını görüyorum.
Saf bir İslami referanslı söylemler, yerini daha çok ulusal kültür, toplumsal yapı ve hatta beşerî uygarlığa yöneltilen tehditler üzerinden şekillenen bir anlatıya bırakıyor gibi. Belki de bu yeni bir dinamiktir, dikkatle gözlenmesi gerekir. Yeni bir dinamik değilse de 2011’den itibaren süregelen eşitlik karşıtı iklimin geldiği yeni bir aşamada hareketin yeni bir aşı ile farklı bir atılım yapması olarak görülebilir.
Hedefte şimdi İstanbul Sözleşmesi, Medeni Kanun, 6284 var
Bu tür bir hareketin nüvesi zaten çoktandır oluşmuştu. Zaten uzun süredir parti ve devletin resmi görüşü toplumsal cinsiyet eşitliği değil “toplumsal cinsiyet adaleti” şeklindeydi.
Ancak yakın zamana kadar bu ikisi, en azından bazı bağlamlarda ilkinin içini boşaltacak şekilde birlikte durabiliyordu. En azından toplumsal cinsiyet kavramının kullanımı açısından.
Mesela Kadın Ve Demokrasi Vakfı (KADEM) söylemlerinde aile merkezli de olsa bir kadın ve kadın hakları savunusu vardı. Hatta salt kendi başına bir kavram olarak alındığında “toplumsal cinsiyet adaleti” terimi bile, aile merkezli de olsa “farkçı” ya da “tamamlayıcı” bir tür kadın bakış acısı olarak görülebilirdi.
Ama artık adalet ile eşitlik kavramlarının yan yana bile gelemeyeceğini ve hatta ‘toplumsal cinsiyet’ kavramının bile tehlikeli sayılıp atılacağını anlıyoruz.
Nitekim yeni gelişen reaksiyon biçimleriyle karşılaştırma yapınca KADEM gibi söylemlerin bile ne kadar “fazla” kaçtığını, aşırı ve ‘feminist’ olarak damgalandığını görüyoruz.
Şimdilerde daha radikal İslami kesimlerden bazı yazarlar, gazeteciler ve sivil toplum örgütleri, hükümete de sert eleştiriler yöneltme cesaretini göstererek devleti hâlâ AB ve toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmakla suçlamaya başladılar.
Bu suçlamalar sonucunda Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi’nde (ETCEP) geri adım attı, KADEM açıklama yaptı ve YÖK Başkanı Yekta Saraç daha geçenlerde kadın rektörlerle yapmış olduğu açıklamalardan geri dönmüş oldu.
Şimdilerde artık saldırının hedefinde Medeni Yasa ve Ceza Yasasında yapılmış olan değişiklikleri geri almak ve İstanbul Sözleşmesi ve 6284 No’lu kanun (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) var.
Yeni söylemsel ögeler öne çıkıyor
Bu arada son iki yıldır nafaka, velayet sorunları, mal paylaşımı ve 6284 üzerinden örgütlenen bir erkek mağdurluğu anlatısı da tabanda yayılıyordu.
Bu tür söylemler, Türkiye cinsiyet siyasetinde daha önce görülmedik yeni şeyler olarak öne çıkıyor. Anlaşıldığı üzere bunlar tabandaki erkek öfkesini ve hıncını örgütleyebilecek yeni mücadele alanları olarak seçilmiş ve etkili olmaya başlamışlardı.
Ama son aylarda çeşitli gazetelerde ve İslami bloglarda yazanlar, toplumsal cinsiyet kavramı ve toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili olarak bunlardan farklı ve daha yeni şeyler de söylemeye başladılar.
Daha önce ağırlıklı olarak toplumsal cinsiyet eşitliği İslam’a uygun değil demek ve fıtrata referans vermek yeterliydi. Şimdiyse yazılan şeyler, tüm bu eril reaksiyona daha genel bir ideolojik çerçeve ve popüler bir zemin arandığını gösteriyor.
Mağdur erkekler söyleminde olduğu gibi burada da İslam geride duruyor biraz ya da başkaca güçlü söylemsel öğelerle iç içe geçiyor.
Bu yeni görüşlerde şu gibi ögeler dikkat çekiyor. Toplumsal cinsiyet kavramı bilimsel değil deniyor (ki bu tamamen Avrupa’daki tartışmalardan alınmış bir öge) biyolojik farkların önemi kanıtlanmış gibi bir saptama var. “Toplumsal cinsiyet kavramı asıl olarak kadın erkek farkının kaldırıldığı cinsiyetsiz bir duruma ve eşcinsel sapkınlığın yayılmasına hizmet etmekle” suçlanıyor.
İstanbul Sözleşmesi gibi metinler kadına şiddet adı altında toplumsal cinsiyet kavramını ulusal hukuka sokan “Truva atı” olarak görülüyor. Toplumsal cinsiyet kavramı eşitlik adına ve ayrımcılık ve şiddete karsı çıkalım derken aslında aile ve fıtrata dayalı insan uygarlığının temeline dinamit koyan bir şey olarak teşhir ediliyor. Yani asıl sorun eşcinselliğin yaygınlaşması ve gelecekte bizi bekleyen bazı büyük tehlikeler.
Dahası da var. Onlara göre erkeklik ve kadınlığın yok edilmesi ve sapkınlığın azdırılması daha büyük resmin bir parçası. Burada ailenin çökertilmesi, doğurganlığın azaltılması, nüfusun azalması, üreme teknolojileriyle ve genetik teknolojisi ve bilişim ve denetim teknikler yoluyla insan sonrası bir çağa bizi yönlendiren bir kötücül irade söz konusu.
Bu söylemdeki “onlar” batı uygarlığını temsil ediyor ve “biz” ise kendi değerlerimize sahip çıkarak buna karşı durabiliriz deniyor. Batı karşıtlığının bu biçimi, ilginç biçimde Batı merkezli söylemlerden besleniyor ve onlarla rezonansa giriyor.
Son olarak Türkiye Aile Meclisi adlı ağın 8 Mart için Cuma namazına çağırması örneğinde belki de ilk kez ülkede bir sağ popülist erkek hareketinin başlangıcına tanıklık ediyoruz.
Aileye karşı açılan küresel savaşa son diyeceklermiş. Sosyal medyadaki çağrıda yukarıda işaret ettiğim tüm söylemsel ögelerin nasıl bir araya toplandığını görebilirsiniz.
İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı yasa, toplumsal cinsiyet eşitliği ve “eşcinsellik terörü”, nafaka, velayet, mal paylaşımı, aile reisliği, alkol kumar yasağı.
Neyse ki anladığım kadarıyla 8 Mart günü böyle bir eylem olmadı, neden nasıl bilmiyorum ama şimdilik engellendi. Bunu yerine 8 Mart İstanbul gece yürüyüşünde ezanın ıslıklandığı yalanıyla yapılan kışkırtmalar başkaca tehlikeli gelişmelerin habercisi de sayılabilir.
Toplumsal cinsiyet popülist sağ tarafından siyasallaştırılıyor
Ulusalcı popülizmlerin bu küresel yükselişi momentinde toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili sorunlar daha önce hiç olmadığı kadar ciddi, kutuplaştırıcı politik sorunlar hâline geliyor. Diyebiliriz ki toplumsal cinsiyet sorunu beklemedik biçimde aşırı sağ tarafından siyasallaşıyor ki bu da bizi çok zor bir durumla karşı karşıya bırakıyor.
Bu aşırı sağcı tepki ile basa çıkmak zor çünkü elimizdeki verili araçlar etkisiz hale geliyor. Bu yeni ulusalcı popülist dalgaya karsı çıkmak için şimdiye kadar yapageldiğimiz bildiğimiz tarzlarda toplumsal cinsiyet eşitlik savusunu yapmak, korkarım etkisiz ve geçersiz kalacaktır.
Bu alandaki mücadele daha da sertleşecek
Toplumsal cinsiyet eşitliği her ne kadar feminist hareketlerin kazanımı olsa da bir devlet projesi olarak kaldığı ölçüde zayıftı ve şimdilerde Avrupa'nın pek çok ülkesinde devlet eliyle zayıflatılmaya başladı bile. Yakında bu alandaki bazı uluslararası anlaşmalardan çekilmek eğilimi bile başlayabilir.
Dolayısıyla şimdiye kadar hâkim olan ve devlete ve hukuka yaslanan feminist stratejilerin sınırlarını ve zaaflarını gözden geçirmek gerekir. Bu alandaki mücadelenin daha sertleşeceği belli.
Bu yüzden, ben kadın hareketinin ancak daha geniş bir muhalif ortak iradenin bir parçası olarak bu dalgaya karşı direnebileceğini düşünüyorum.
Radikal demokrasi perspektifiyle geniş koalisyonlar içinde olmak gerekir.
Aksi halde daha da sert saldırıların altında kalabiliriz. Reaksiyonun gücünü ve derinliğini hafife almamak gerekir. Her geçen gün karşı cepheye yeni söylemsel öğeler ekleniyor.
Feministlerin, yalnızlaştırıcı stratejilerden uzak kalması, meseleleri mümkün olan en geniş zincirleri oluşturmak üzere birbirine eklemek için çaba göstermesini önemli görüyorum. (AÖ/HK)