15 Mart 1941 yılında, edebiyata düşkün bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir Tomris Uyar. Arnavutköy Kız Kolejinde lise, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra çeviri yaparak atar edebiyat dünyasına ilk büyük adımını. O her ne kadar çeviri türünü, öykü yazmaya cesaret temin etmek için bir vesile olarak gördüğünü iddia etse de, çeviri yapmak için yabancı dil bilmenin yeterli olduğu zannedilen bir dönemde, ustalıkla yaptığı çevirilerle, çeviri yapmanın ne büyük bir maharet istediğini gösterir. Virginia Woolf’u, Cortazar’ı, Lewis Carroll’u, Julio Cortazar’ı, Scott Fitzgerald’ı, Agatha Christie’yi ve daha nicesini Türkçe’ye en iyi çevirenlerdendir.
Çevirmen kimliğinin yanı sıra, Türkiye edebiyatının en mahir yazarlarından biridir kuşkusuz Tomris Uyar. Öykü türünün değerinin tam anlaşılmadığı, roman türüne geçiş aşamasında araçsallaştırıldığı ülkemizde, öyküden başka bir türe niyetlenmeyerek öykü türünün hakkını verir, hayatı boyunca öyküyü okuru değiştirip dönüştürecek bir sanat olarak görür ve ona ihanet etmez.
Bu dolaysız ve istikrarlı tavrı, yazılarına da sirayet eder. Onun metinlerinde kullandığı dil oldukça yalındır. Laf kalabalığı yapmadan anlatısını ustalıkla inşa eder. Ancak bu yalın görünen anlatının ardında deryalar vardır. Onun metinlerinde mana, öykünün görünen kısmında değil, metnin derinliğinde, açık açık söylenmeyende, okurun o manayı o derinlerde bulup yakalama ihtimalindedir, ki zaten gerçek edebiyat da bu değil midir?
Tomris Uyar, yazılarında gerçekçilikten yanadır. Öykülerinde hayatın görülmeyen, konuşulmayan yüzünü, çirkinliklerini, insanların çiğliklerini tüm ayrıntısıyla anlatır. İnsanların bütün cafcaflı kisvelerini, afili unvanlarını, rengarenk makyajlarını kazıyarak altında olanı, şartlar oluştuğunda insanın insana neler yapabileceğini, ne gibi kötülüklere sebep olabileceğini gösterir. Ancak öykülerinde ele aldığı kötülük yapan kahramanlar, çoğunlukla kötülük sanatçısı değildir. Diğer bir deyişle, kötülük onların bile isteye yaptıkları bir şey değil, farkında olmadan, kendilerini tanımadan sebep oldukları bir edimdir.
Tomris Uyar, insanın kendini tanımamasını taşlar çoğu öyküsünde. Ve onun öykülerinin en çarpıcı yanı da, işte kendini bilmeyen, hayatının farkına varmayan insanın aydınlandığı, uyandığı ve sınırlarının farkına vardığı, adeta sarsıldığı andır. Bu bağlamda anlatısının derinlerde çoğunlukla karakterlerinin başlarından geçen olaylar karşısında inançlarının nasıl yara aldığı ve çözüldüğü vardır. Okur, kahramanın hayatının veya inançlarının nasıl parçalandığını satır aralarında okurken, kendi hayatını da masaya yatırma, inançlarını sorgulama gereği hisseder.
Okurun dikkatini, topluma, toplumla birlikte yoğrulan insana çevirir. Okuru toplumsal duyarlılığa sahip olması için alttan alta zorlar adeta. Bilhassa yoğun olarak eser verdiği yetmişlerde ve seksenlerde Türkiye’deki gözlemlerini, toplumsal değişimlerin izlerini öykülerinde ince bir duyarlılıkla anlatıya dökerek bu bağlamda kahramanların geçirdiği değişimleri gösterir. Akranı olan toplumcu pek çok yazarın aksine, onun öykülerinde günlük toplumsal sorunlar açık bir şekilde ifade edilmez, öyküleri bir döneme özgü değildir. Onun öykülerindeki toplumsal gerçekçilik her çağda, her zamanda geçerliliğini koruyan gerçekçiliktir.
Tomris Uyar, pek çok öyküsünde kadınları mercek altına alır. Kadınları ve onların sıkıntılarını, kadın diliyle anlatan ve öykülerindeki ustaca kurguyla çözmeye çalışan yazarlardan biridir. Toplumsal kurallar ve dogmalarla hayatlarının nasıl kısıtlandığını, geleneği düstur edinmeyen, eğitimli, “bağımsız” kadınların ise yaşadıkları sıkıntıları, cesaretlerinin toplum tarafından nasıl törpülenmeye çalışıldığı, hayata karşı takındıkları dik başlı tavır karşısında bazen en yakınlarının kendilerine gösterdikleri tepkileri anlatır.
Uyar, okuru eğlendirecek, günümüzün moda deyimiyle “plaj kitapları” üretmekten imtina eder. Kendi deyimiyle ise, “oyalayıcı bir şey yazmaktansa, kopkoyu bir karamsarlığı yeğler”. Bu yüzden okuru adeta yorar, hırpalar. Yine de okur onun öykülerine veda ederken umut tohumlarının zihnin orta yerine ekildiğini de fark eder. Hayatın karanlık yüzünü gösterdiği gibi umudun her daim olacağın ve umudun, bütün çirkinlikleri ve bayağılıkları yenebileceğini hissettirir.
Bir yazar, yapıtlarıyla edebiyat dünyasında kendine yer edindikçe, tanınırlığı arttıkça, ünlü olmanın bazı sorunlarından kaçamaz. Özel hayatı ve ilişkileri onu tanıyanlar, okuyanlar tarafından mercek altına alınır, ölümünün üstünden yıllar geçse dahi türlü yakıştırmalara, yaftalara maruz kalır. Hele hele yazar bir kadınsa ve hayatına giren erkek de onun gibi tanınıyorsa… Başarısını, hayatına giren erkeğe borçluymuş gibi bir anlam yüklenir, onu ele alan yazıların satırlarına. Tomris Uyar da alır nasibini, ünlü yazarların özel hayatlarının didik didik edilmesi alışkanlığından. Edebiyatın en yetkin seslerinden biri olmasına rağmen, onun hayatını inceleyen yazıların pek çoğu Edip Cansever, Cemal Süreya ve Turgut Uyar ile yaşadığı ilişkiye değinir.
Tomris Uyar, kadının başarısını erkeğin eseri olarak göstermeye meyyal kalemlerin yazılarında dahi kimseye boyun eğmeyen, dik başlı, özgür hali ve tavrıyla, bu mutat ataerkil yaftaya izin vermez. Özel hayatını bilen bizler, onun bu, aşık olduğu kimseye dahi eyvallah etmeyen özgür kadın ruhunun eserlerine de yansıdığını fark ederiz. Bilhassa Gündökümü-Bir Uyumsuzun Notları adlı kitabında, onun edebi kişiliğinin yanı sıra gerçek kişiliğini de, hayata, edebiyata, topluma ve kadına nasıl bir pencereden baktığını öğreniriz. Ve onun edebiyatımızın en özgün, en karizmatik yazarlarından biri olduğunu da kuşkusuz kabul ederiz. (MK/HK)