Hayat verdiği acıdan daha güçlüdür, bundandır insan inatla yaşamaya devam eder. Bütün depreşmelerine rağmen, kişi hayata verdiklerinden başka bir şey alamaz. Aykırı, aldatıcı, örtülü değildir ve kendiliğinin yansıması, parçasıdır. Evrilen her toplumun zihni, alışkanlıklarından ibarettir bir bakıma; Kişiyi var eden bu alışkanlıklar çok sesli olarak içimizde yer edinir: İnatçı, ikiyüzlü, gerçekçi, cesur, zayıf, otoriter… Yaşadığımız coğrafyada aile kavramı ataerkil yapının otoriter bir örgütlenmesi olarak kabul görür. Ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişkilerin şekillenmesi de bu paraleldedir. Aile çoğu zaman sert kabuklu bir tohumdur, filizlenmek için çocuğun kırması gereken ciddi bir kabuk vardır. Gaye Boralıoğlu’nun yeni romanı “Dünyadan Aşağı” da sert kabuklu tohumdan kurtulmayan yine de yaşamına kolaylıklar ve ucuz kurnazlıklar katarak devam eden üç ayrı kuşağınçok sesli dünyasını romanın başkahramanı Hilmi Aydın üzerinden sunuyor okuyucuya.
Yazarın kullanmış olduğu güçlü metaforlar gerçekçi kurgunun kişiyi bütüncül, detaylı bir sorgulamaya götürmesinde etken. Tam da burada kendi gerçeğinin anlatıldığını gören okuyucu kendini tehdit edilmiş olarak görebilir çünkü Türkiye bireyleşme ve demokratikleşme sürecini tamamlayamayan, geleneksellikten doğan erk yöneten ve yönetilen arasındaki bağı keskinleştiriyor. Anadolu toplumlarında yer edinen ve değişimi çok güç görünen yaşam biçiminin çarpıcı anlatımını bir birey gözünden sunuyor yazar.
“İnsan, yaralı bir hayvandır.”cümlesi ile başlıyor kitap. Her doğum yaratılışın tamamlandığını ifade etmez, bir sürekliliktir ancak ve kişi öldüğünde yara kapanır. Söğüt ağacının altında alnında kurşun yarası ile okuyucuyu karşılıyor roman kahramanı. Yazar yok olmanın soğuk ama terletici kurgusunu güçlü tutarken ömrün kısa ya da uzunken son bulmasına verdiği kıyas: “Sürdüğüm ömür mü? Bundan sonrası kayıp zaman mı? Şu karınca bende daha mı uzun yaşayacak? Benden geriye ne kalacak?” … Bununla beraber insanın, ölüme ilişkin duygularını, yaşama düşkünlüğünden yola çıkarak birçok örnekle sunan yazar yitip gitmenin geride bıraktıklarına şöyle değiniyor: “Öbür dünyaya gitmek istemiyorum, mekânım cennet olsa da bu dünyadaki her şeyi terk edip başka bir tarafa göç etme fikri hoşuma gitmiyor. Bu dünyada sevdiğim, doymadığım çok şey var. Henüz yemediğim onca güzel yemek, gitmediğim, görmediğim ülkeler şehirler, henüz tanışmadığım, güzel insanlar var, iyi adamlar, hoş kadınlar…”
Ana karakterin hayat mücadelesi aslında kendini çevresinde var olan insanlara kabul ettirme çabasından öteye geçmez. Ancak çözümsüz boşluklarla örülü korkuları son bulmaz. Cehennem korkusu ile kendini sürekli tehdit edilmiş olarak gören Hilmi Aydın içsel huzur verdiğini sandığı Fazıl Hocadan yardım istemekten geri durmaz. Yazar aslında kendini yetersiz hisseden insanların yaşama karşı dayanak aradığı ilahi kudretin korumasına ihtiyaç duyan toplumsal bir gerçekliği sunuyor bize örneğin Hilmi Aydın’ın Fazıl Hocaya: “Senin sözün, duan kabul olur. Buna şüphe yok.”Böylece okuyucu inandığını da değersizleştiren iradesiz bir karakter ile tanışıyor.
İnsanı, tavır olmaya iten koşulların varlığı her bireyde farklı sonuçlar doğurur. Hilmi Aydın kendi gerçekliğinin farkında ancak yazgısının çelişkileri insani değerlerinin tahrif olmasına sebep. Marifeti var olanı tüketmek olan roman kahramanı, insanı, sevgiyi, değeri, saygıyı durmadan tüketir. Zamanın ezici gücü artan bir ağırlıkla Hilmi Aydın hayatında yer edinirken çiğ bir mizaç ve sığ bir karakterden başka bir şey değildir. Boralıoğlu aynı zaman da içsel huzuru dışarıya tercih edişini şöyle açıklıyor: “Cennet insanın kendi evidir, dışarısı cehennemdir.”
Yazar yalnızlık duygusunu “Yalnızlık bıçak sırtında yürümektir; başarabilenler için heyecan verici ve yetkinleştirici bir deneyim, tahammül edemeyenler için can yakıcı bir çaresizliktir.” Şeklinde ifade ederken eşinden ayrı olan Hilmi Aydın çoğu zaman yalnızlığın kasvetli havasından kurtulamadığını hissettiriyor. Alnındaki kurşun yarası hayatının daha da derinleşmesine neden oluyor. Yüzlerce boşluk, boşlukları doldurma çabası, vasatlık, sönümleşme… Mutlu olma, daha çok para kazanma arzusu, karşılaştığı kadınlardan faydalanma çabası, evine dönme, her defasında evinden kovulması… Roman kahramanı kendini inandırdığı itaatsizlik anlayışının metaya dönüşen ilişkilerine kucak açmaktan bir nevi mutlu. Geçmişinden kurtulamayan, bütün özlerini kaybeden, silikleşen… Babasının isteği üzerine yaptığı yardımları tepeden seyreden ana karakter aslında burjuvazi geleneğinin temsili havası bize Hermann Hesse’nin şu ifadesini hatırlatıyor: “İnsanların “insan” kavramından anladıkları, her zaman, geçici nitelik taşıyan bir burjuva geleneğidir.”
Kitaptaki bütünün parçalarından biri de bireylerin birbirilerini aldatma hastalığı… Özünü kaybeden ilişkiler günümüzde çiğ duyguların yavanlığı ile şekilleniyor. Yazar ana karakter üzerinden inceden dokuyor bu hastalığı. Okuyucunun kendini defalarca görebileceği noktalar mevcut. Özellikle aldatmanın ardından gelen utanç ve korku duygularını Boralıoğlu şöyle ifade ediyor: “Günler sonra dışarı çıkıyorum. Karımı aldattığımı bütün dünya biliyormuş gibi bir his içindeyim. Yanımdan geçip giden insanların yüzünde müstehzi bir gülümseme var sanki. Şu simitçi bile bir tuhaf bakıyor bana. Taksiye biniyorum, taksici, yaptığın hiç hoş değildi, der gibi.”
Kitabın ana teması babalar ve oğulları ekseninde gelişen diyaloglarla şekilleniyor. Her dönemde güncelliğini korumuş konulardandır. Birçok edebi metinde örneğine rastlıyoruz: Yaprak Dökümü, Aylak Adam, Eskici ve Oğulları, Kentin Gecesinde, Tutunamayanlar… Sinemada “Çoğunluk” filmi ayrı bir pencereden sunuyor bu gerçekliğe, tiyatroda gerçek hayatta karşımıza çıkıyor bu diyaloglar. Boralıoğlu bireyi zaman zaman rahatsız eden temayı seçmesinde her ne kadar ülkenin gerçeği etkili olmuşsa da süreci şöyle ifade etmektedir: “Yalın gerçek çekilmez bir şeydir, edebiyat gerçeğe katlanmak için vardır.”
Hilmi Aydın ve Selim Aydın arasında yaşananları yazar kitap içinde kitap kurgusu ile “Sırlar” adlı gizli kalmış bir kitap ile sunuyor okuyucuya. Gizli kalmış kitabın içeriği, aile içinde baba motifinin baskınlığını hayatımızdan bir parçaymış gibi sunuyor. Geçmişten kurtulamamanın kanıtı olan çocukluk yıllarında ki travmaların etkisi belirgin. Aslında toplumun ve kültürün farklı gözeneklerinde var olan izleklerin, çelişkilerin ve çatışmaların bir arada olması baba ve oğul ilişkilerini belirlemektedir. Modern niteliği ile ön plana çıkan toplumlarda baba-oğul ilişkisi yüzeyde belirginleşirken, bu niteliğin dışında tutulan toplumlarda aile ilişkisi daha kapalı bir ilişki yumağı sunar. Boralıoğlu kapıları kırıyor.
Hilmi Aydının çevresinde kurgulanan romanda etnisitenin ağrılarına da değiniyor yazar örneğin ana karakterin kendi iş yerinde çalıştırdığı Kürt kızı Meral…
Hilmi Aydın: “Nereliydin sen ya? Sanki Orta Anadolu, Çorum civarları gibi.”
Meral: “Yok Kürdüm ben.” Diyalogun da Hilmi Aydının verdiği cevap: “Estağfurullah! Yok canım.”Bununla beraber yazar “Sur’un” yıkımına da değiniyor. Sur ile sınırlı kalmıyor, ülkenin ağrılarını gerçekten hisseden yazar kıyıya vuran çocuklardan, ayda bir patlayan bombalara kadar ince eleyip sık dokumuştur kurguyu.
Dünyadan Aşağı içimizdeki iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, çaresizlik ile mücadelenin mürekkep şeklinde kâğıda yansımadır. Hadi Hilmi Aydının alnındaki kurşun boşluğundan bu yansımaya tekrardan bakalım.
Yazar: Gaye Boralıoğlu
Kitabın Adı: Dünyadan Aşağı
Yayın No: İletişim – 2599
Alan: Çağdaş Türkiye Edebiyatı
Sayfa Sayısı: 274 sayfa
Baskı: Mart 2018
(DM/AS)