sibel aktaş çok eski bir arkadaşım. tanışıklığımız 70’li yılların sonunda istanbul üniversitesi mediko sosyal merkezi bünyesinde gerçekleştirdiğimiz tiyatro günlerinde başlar.
o, oynadığımız ismet küntay’ın “403. kilometre”sinde, bir amelenin aşık olup türkü yaktığı “kadın”; birlikte yazdığımız “kurşun zehirlenmesi” oyununda da “ne yapsın doktor aysel” diye şarkılı bir dansla yaptığını ve yapmadığını sorguladığımız “dr. aysel”di.
ama onların ötesinde bir dost, bir kardeş, yürekli bir insan...
1984’de tıp fakültesinden mezun oldu. üç yıl süren zorunlu pratisyen hekimlikten sonra temel tıp bilimlerinden “histoloji” (hücre ve doku bilimi) ve embriyoloji bilim dalı’ndan uzmanlığını aldı. kısa süreliğine üniversitelerden birinin tıp fakültesinde öğretim üyesi ve koordinatör olarak görev yaptı. sonra uzun süre yurtdışındaki tüp bebek merkezlerinde değişik sürelerle doktora sonrası görev aldı; araştırmacı ev embriyolog olarak çalıştı.
hepimiz birbirimize benzerdik belki ama, bir o kadar da farklılığımız ve özgünlüğümüz vardı. aslında o sırada ve sonraki yaşamımızda soyunduğumuz işler bunun en somut göstergeleri arasında.
sibel’i akıllı, içli, yürekli ama az konuşan bir “kız” olarak bildim, gördüm. tiyatro çalışmaları sırasında oyun yazımı çalışmalarına herkes gibi katılsa da “yazar” yanını bilmezdim.
yıllar sonra bir buluşmamızda yazdıklarından söz etti bana. anlattıkları güzel, önemli ve aslında çarpıcı şeylerdi. bana anlattığı bu kitabın üzerinde uzun süre çalıştığından da haberim vardı. sonra bir gün beni aradı ve başka bir kitap yazıp tamamladığını söyledi ve basımı konusunda bazı sorular sordu. bilebildiğimce yardımcı olmaya çalıştım.
sonra bir gün, içine “uzun soluklu dostluklarda söylenecek ve dilenecek söz kalmamıştır. o yüzden sadece imzaladım” diyen bir not koyduğu kitabını bana yolladı.
tarih: 2 haziran 2014, kitabın adı da “tıpta l.da vinci kodu” idi.
merak ettiğim için hızla okudum.
tıpta l.da vinci kodu
işte o zaman onun aslında yalnız alanında bir uzman ve bilime farklı yönlerden bakabilen biri ve yalnız sustuğu anlarda ifade ettikleriyle değil, sözü ve onu kağıda dökmede kullandığı kalemi kuvvetli birisi olduğunu fark ettim.
kitabın girişinde kendisiyle ilgili yazdığı şu sözler de ona dair duygu ve düşüncelerimi doğruluyordu:
“çünkü hayatıma baktığımda çoğu şeyi yarım bıraktığımı fark etmiştim. gitar çalıp bırakmıştım, beste yapıp bırakmıştım, şiir yazıp bırakmıştım.”
beni sıkan şeyler tek düzelik ve kendim olamamaktı. ‘istemediklerime esir olmak’
“aidiyet duygum da yoktu.”
“berrak bir nehir gibi okyanusa akmalıydım ve akarken de kenardan, kıyıdan içime çer çöp atılmamalıydı.
“hele kulluk hiç olmamalıydı!!!!”
“hangi özgürlük altın kafeste gelmiştir ki zaten?”
“yani hayat vardır, hayat”
“çünkü özgürken karışan iki suyun kimyası da farklıdır. özgürlük bu anlamda biyolojiyi de kimyayı da değiştirir.”
her durumda özgür olmak onunla koşut yanlarımızdan birisiydi ve o üzerinde ayrıca ve özel olarak durulması gereken özgürlüğün bir başka türünden söz ediyor, kendi öznelliği içinde onu vurguluyordu, kitabın yine en başına koyduğu martin buber’in (1876-1935)şu sözlerinde:
“insan özgür olmalıdır; çünkü insan, bir küçük evrendir ve onun içinde firavun ve mısır varır; insan kendini köleleştirmektedir”
“kendi ‘haydarpaşa garı’ma yolculuk”
sevgili sibel’in bende özdeşleştiği yanlardan birisi de babasının görevinden dolayı “haydarpaşa garı”ydı. bana göre sibel hep yolculuklar ederdi ve onun her zaman yola çıktığı ve vardığı yerdi haydarpaşa garı. o kitabının girişinde bunu vurguluyor, tüm yaşamının aslında “kendi ‘haydarpaşa garı’na yolculuk” olduğunu söylüyor.
belli ki o yolculuklarından birisini de pek çok özelliği, özgünlüğü ve kimliği olan leonardo da vinci’ye doğru yapmaya karar vermiş. gerçekten de benim de okurken katıldığım, karıştığım bir yolculuktu.
aslında ikili bir yolculuk bu: birisi da vinci’nin, diğeri sevgili sibel’in iç dünyasına giden.
bununla ilgili bir diyalog aklıma geldi o sırada, paylaştım sosyal ağlarda...
her insan dünyaya bir iz koymak ister; koyar da. ama bu izlerin hepsinin anlamını çözmek çok da kolay değildir. bilgi gerekir her şeyden önce; tabii o insanı tanımak, anlamak gerekir. bunlar için de o insanla “hemhal” olmak gerekir. bunların hepsi için de kuşkusuz çaba gerekir.
bir insanı tanımak için tanışmak gerekmez; yıllar önce yaşamış bir insanı da sonradan tanıyabilirsiniz. hatta tanıdığınız birisini de yıllar sonra hiç bilmediğiniz bir yanıyla karşılaşabilirsiniz ve şaşırırsınız. o da vinci’yle olan bu tanışıklığına dair de şunları yazıyor.
“onun hayat hikâyesinden aklımda üç şey kaldı: birincisi, beş yaşındayken annesinden ayrılması, ikincisi evlilik dışı olduğu için üniversiteye gitme hakkının elinden alınması ve üçüncüsü de çocukluğunda amcası francesko dışında kimseden sevgi görmemesi.”
yaşama yönelik tavrını, hayata ve kendisine sorduğu sorular, arayış ve uğraşı için de şu sözleri:
“önce bir iskeletin küçük bir kemiğe bakması beni şaşırtmış, sonra ölümden geriye kalan bir iskeletin, konuşmayı sağlayan bir kemik ile o kemiğe düşünerek bakarken edindiği sessizlik arasındaki ilişki, beni, ona hayran bırakmıştı.”
merak onu bu yolculuğa çıkarıyor ve şöyle gerekçelendiriyordu bunu:
“sanki o, resimleriyle başka şeyler söylemek istiyordu, bambaşka şeyler, nasıl söylesem sanki birilerinin yalancılığını, bir şeyleri örtbas ettiklerini anlatmak istiyordu. sanki dalga geçiyordu bir şeylerle.
“sonunda anladım. o, kralları kral yapan kaba kuvvet, para ve bu ikisine hükmeden üçüncü ve en önemli güç olan gasp edilmiş bilgilerin sırrına vardığında, onları sanat eserlerinin içine gömmüştü. hem de hiç kimsinin ruhu duymadan. benim ruhum bunların bazılarını duydu ve ilk kez bir şeyleri tamamlamak isteği ile yandı. işte onlar:”
sonra araştırma ve sorgulaması sürüyor, bulduklarını ve saptadıklarını bizlerle paylaşıyor 163 sayfalık kitabın içinde. nelerden söz etmiyor ki:
“kadın ve erkek” ilişkisi birbirine benzerlikleri farkları, “vitruvius adamı”nda ve “insan”ın ve “insan olma”nın anlamından; “the sexual act in vertical section”da (1490) cinselliğin ve seksin kodları ve o kodların resimdeki yansımasından, leonardo’nun anatomistliği ve fizyoloji bilgisinden...
bir histolog ve embriyolog saptamalarından birisini paylaşayım burada:
“leonardo, taa o zamanlar erkekteki boşalmanın sinir yollarını açıkça göstermiştir. hemen hemen hiçbir tıp fakültesi anatomi atlasında leonardo kadar boşalmanın yolunu detaylandıran bir çizim yoktur. hele bunun ilmini almadığı halde, sırf anatomiye ilgi duysa bile bu yolları bu kadar detaylandıracak diseksiyonu yapması oldukça ilginçtir. açıklamalarında çok ileri gitmiş olmalı ki söylenene göre 1513-1516 yıllarında papa onun kadavralar üzerinde çalışmasını yasaklamıştır.”
kadın ve bilim, bilimin kadını yok saydığı
kitapta da vinci’nin “rahimdeki fetus”la ilgili çizimlerinden de söz ediyor ve o çizim üzerinde, kimi bilimsel ayrıntıları nasıl gösterdiğinden söz ediyor. hem de mikroskopun keşfinden çok önce yaşamış leonardo’nun bu çizim içindeki bugün bildiğimiz pek çok ayrıntıyı somut olarak anlatıp göstererek.
oysa da vinci bir bilim insanı değil, bir sanatçı. sevgili sibel onun bunları nasıl gördüğünün yanıtını vermiyor ama bence bugün şöyle ya da böyle yaşamdaki ve doğadaki gerçekliği merak edip araştıran herkes bu soruyu kendine ve bildiğini sandığı insanlara sormalı.
herkesin yanıtı kuşkusuz farklı olacaktır. ama yanıtları geçerli “ortodoks bilimsel bilgi” ve mevcut bakış açısıyla vermeye çalışmak da o soruyu yine yanıtsız bırakmak anlamına gelecektir bence.
sibel bu kitabında, benim de doğru olduğunu düşündüğüm ve benimsediğim bize bir başka yeri işaret ediyor: bilimsel konular dahil doğayla, yaşamla ve insanla ilgili tüm sorulara verilecek yanıtlar daha geniş düşünerek, bilgiye dönüşmemiş olsa da başta sanatçılar olmak üzere, özgür ve önyargısız olarak bakanların yaptığı gibi, kimi olguları da düşünce evrenine dahil etmeli, yanıtlar bu çerçevede aranmalıdır. hem de soruların bir tek yanıtının olmayacağı bilinciyle.
işte o soruların kimi yanıtlarını da vinci’nin kimi yapıtlarında gördükleri ve saptadıklarıyla ortaya koymaya çalışıyor sevgili sibel. mona lisa’nın gizleri, kaşsız mona lisa’nın gözün kenarındaki “spermatozoon” ve o yerin önemi, mona lisa’nın gözlerindeki ifade, mona lisa’nın dudakları ve gülümsemesindeki anlamlar leda’nın başı, otoportresi, kayalıkların bakiresi, bakire ve çocuk, azize anne ve bebek john, karanfilli madonna, vaftizci yahya, meryem’e müjde, ve “son akşam yemeği”nde anlatılan kadının adet siklusunun kodları, ilişkinin kimyası, bir resimdeki kodların farklılığı ve çeşitliliği... çok sayıda eskiz de bunlara eklenmiş. dahası kafa yorduğu resimlerin ve eskizlerin listesini de sunmuş kitabın içinde. başkaları da kendi sorularını, yanıtlarını ve gördüklerini bulsunlar diye muhtemelen.
kitap özet olarak meraklı ve başka türlü bakan bir insanın nerelere, nasıl baktığının somut bir örneği...
kitabın son bölümünde kendi çıkarsamasını şöyle dile getiriyor sevgili sibel:
“leonardo diğer çizim ve resimleriyle kimbilir neler anlatmıştı. hayatta kaç kişi böylesine iz bırakıp gitmiştir ki? evlilik dışısın diyerek onun okumasına engel olanlardan kimin adı kalmıştı? ya da rönesans döneminde yaşamış olmasına rağmen o günlerde bile söyleyemediklerini resim ve çizimlerine nakşettiğine göre rönesans’ın kendisi ne kadar rönesans’tı? herşeye rağmen sonuçta o içindeki evreni köleleştirmeye ve bilgiyi gasp ederek onu bir güç olarak kullanmaya kalkışanlara resim ve çizimleriyle yanıtını sonsuza dek vermişti.”
“gelecek kadındır”
kitabı bitirdiğimde hep yaptığım şeyi yaptım ve sondaki boş sayfalara kitapla ilgili düşüncelerimi yazdım. tam da burada onlara yer vermenin “benim bakış açımı” ortaya koymak, sorularımı sizlerle paylaşmak için bana elzem görünüyor:
sanat eserini “eser” yapan onu gören, izleyende yarattığı algının ve anlamın çok boyutluluğu ve çeşitliliğidir. bunu sağlayan ise asıl olarak bilgidir. bilen insanlar baktıklarını görür ve anlamlandırırlar. bir sanat eserine nüfuz etmek de ancak böylece mümkün olur. yoksa bakar ve geçer insan.
eski hekimler bunu eğitimleri sırasında öğrendikleri için hekimliğin bir tür “sanat” olduğunu iddia etmiş, yaşamlarında ve meslekleri sırasında bunu uygulayarak hastalarına “doğru” tanılar koymuş, o andaki tıbbın olanaklarıyla onları tedavi etmiş ve “iyi”leştirmişlerdir.
onlar iyileştikçe kendileri de “iyi”leşmişler ve “iyi doktor” olmuşlardır.
leonardo da vinci kanımca sanat yanını daha çok geliştirmiş olsa da, yaşamı da insanı da sanatı bütünlüğü içinde görmeyi başaran, herhangi bir hekimden çok daha iyi anatomi bilen bir tıbbın temel bilgilerinin bir uzmanı ve belki de bir hocasıydı. o yüzden onun anlattıklarını bir embriyolog olan sevgili sibel kendi sahip olduğu bilgiyle çok farklı bir şekilde görmüş ve bizimle bunları paylaşmış bu kitabında.
kuşkusuz bir sosyolog bambaşka şeyler görebilirdi insan ilişkilerine dair.
bir psikiyatrist ise bambaşka. belki bir jeolog ya da coğrafyacı kendilerinden başka hiç kimsenin göremeyeceği başka şeyler de görebilirdi aynı yapıtlarda. yazmadıkları için bilmiyoruz. ama yazmalı, yazılmalı...
işte sanat yapıtı, daha genel anlamıyla söylersem her yaratı, onunla temas eden herkes için eğer gerçekten görülüp anlaşılırsa bir “yeniden yaratma”nın çıkış noktasını oluşturur ve yaratı böylelikle gelişir, çoğalır ve büyür. sanatın ve yaratının özü de kanımca tam buradadır. insanları sanatçı ya da yaratıcı yapan da herhalde budur.
bu sürecin yaşanmasını sağlayan en nemli unsur ise her insanın sahip olduğu tüm bilgiler, deneyimleriyle şekillenen duygular, bunların beynin hücreleri arasında yarattığı ilişki ve bağlantılar, bunların “nasıl”ından kaynağını alan varlığın bütünü ve bilincidir.
işte bu bütünü tüm boyut ve ilişkileriyle görebilmek, hissedebilmek, anlayabilmek ve ifade edebilmek de insan soyunun canlıların evrimi sürecinde kendinden beklenen en önemli görevidir.
bu aynı zamanda sanatın “tehlikeli” yanıdır da. çünkü ne düşünebilmekte, ne de ifade edebilmekte bir sanat yapıtında bir sınırdan söz edilemez. o sınırsızlık ise en başta egemenler olmak üzere tüm iktidarların korkusunun da temel kaynağıdır. bu korkuların en başatlarından birisi de “erkek egemenliği”nin yıkılması olasılığıdır.
şu sıralarda en çok üzerinde durduğum konulardan birisi de bu. pek çok örnekten yola çıkarak kadın anatomisi ve fizyolojisi ile ilgili çalışmaların ve “bilimsel” araştırmaların eksikliklerini fark ediyorum. muhtemelen erkek egemen kültürün etkisiyle bilerek yapılmadığını ve eksik bırakıldığını ve bıraktırıldığını düşünüyorum. bu konudaki düşüncelerime sevgili sibel’in de yazdıklarıyla katıldığını görmek beni ayrıca sevindirdi.
o yüzden hem da vinci’nin yapıtları hem de kitabın yazarı olarak karşımıza çıkan da vinci’nin sibylla’sının söyledikleri bu temelde değerlendirilmelidir: insanı ve onun insanlık tarihi boyunca sürdürdüğü yaşamını “aslolanın kadın olduğu” bilinciyle görmek gerekir.
bence bunu ortaya koyacak yeni okumalar yapmak dünyayı ve insanı anlamak isteyen herkesin görevi olmalıdır. bilimsel bilgi de dahil tüm doğrulara bir de bir de bu yönden ve bu yaklaşımla bakmak, bir sanat yapıtının bize göstermeye çalıştıklarını bir de bu açıdan görmek gerekir.
kanımca, aslında kesintisiz ve döngüsel olarak süren bu gelişim ancak böyle anlaşılabilir.
üstelik heraklit’in dediğinden ilham alarak söylersek hiçbir döngü tam anlamıyla bir öncekinin tekrarı değildir. insan ve doğa da bunu bize göstermekte, doğrulamakta bize geleceği işaret etmektedir. “gelecek kadındır.”
eğer bu yapılabilirse sevgili sibel’in yaptığı gibi. o zaman herkes baktığında başka şeyler görecek, keşfedecektir.
kitabın başı gibi “son bölüm” başlıklı bölümü sevgili sibel’i çok iyi anlatan ve başlı başına bir “deneme” niteliğinde bir yazı. bu yazıyı okuyanlar, muhtemelen benim gibi sibel aktaş’ın bu tür denemelerini bizlerden esirgememesi gerektiğini düşünecektir.
kitap “iyiyim dedim, hem de çok iyiyim...” diye bitiyor.
ben de bu yüzden ona “iyi ol, çok daha iyi ol, hep iyi ol” diyorum. öyle olacağına inanarak...
öyle olduğunda da yazacağı ve bize göstereceği pek çok “başka” gerçek olduğunu bilerek. (ms/yy)