Hollanda’nın Amsterdam kentinde tertip edilen, dünyanın en kapsamlı belgesel festivallerinden IDFA’da İran sinemasının muvaffakiyeti bir kez daha ispatlandı. Uluslararası belgeseller klasmanında ödülü kapan film, tecrübeli sinemacı Mehrdad Oskouei’nin imzasını taşıyor.
Lakin 2025 İran, Fransa, Birleşik Krallık, ABD ve Danimarka yapımı 76 dakikalık "Pembe Ayın Altındaki Tilki (روباه و ماه صورتی/A fox under a pink moon) "adlı çarpıcı belgeselin kahramanı Soraya Akhalaghi olmasaydı filmin varlığından bile bahsedemeyecektik.
Ne de olsa Afganistan kökenli, güzeller güzeli 16 yaşındaki sanatçı genç kadın Soraya, İran’dan kaçıp Türkiye üzerinden Avusturya’daki annesine defalarca kavuşmaya çalışırken korkunç yolculuklarını iki cep telefonuyla teferruatlı şekilde kaydetmeye ihtimam göstermiş.
Kahramanlarıyla daima özdeşleşip onlarla empati kurma ve sıkı işbirliğine girme hususlarında ustalaşmış sinemacı Oskouei, Soraya’yla önceden anlaşıp beş seneye yayılacak kadar uzamış olan mevzubahis projeyi yürürlüğe sokmuş. Nitekim Soraya’nın filme iştirakı bununla da kalmamış.
Yaşadıklarını ve hislerini birebir yansıtan resimleri, heykelleri ve enstalasyonları, filmin estetik omurgasında vücut bulmuş; bu Muhammet Loftali imzasını taşıyan yüksek seviyedeki animasyonlara Soraya’nın sanatsal dışavurumlarının ilham vermesiyle mümkün olmuş.
Belgeseli benim için daha da çarpıcı hâle getiren unsur ise Soraya’nın kocası Ali’nin şiddet bağımlısı olup öfkesini sık sık Soraya’dan çıkarması ve başka şansı yokmuş gibi görünen kahramanımızın buna yıllarca katlanmak zorunda kalması, ta ki…

Filmin ilk sekansında Soraya’yı İstanbul Zeytinburnu’ndaki bir yatakhanede görüyoruz. 19 Kasım 2019 tarihini taşıyan sahnenin ön planında Soraya’yı özçekim hâlinde izlerken, arka planda nevrotik bir erkek beklenmedik şekilde aniden beliriveriyor.
Mekândan mesulmuş gibi görünen fazlasıyla meraklı kişinin yaydığı negatif enerji yetmezmiş gibi hemen ardından eşi olduğunu tahmin ettiğimiz ağzı bozuk kadının lanet aurası, sert bir filme adım attığımızı layıkıyla hissettiriyor. Zaten belgesel ilerledikçe Türkiye hakkında hiç de iyi şeyler duymuyoruz.
Mesela genel olarak mültecilere artık iyi davranılmadığını ve onlarla sadece parasal çıkar amacıyla alakadar olunduğu bize duyuruluyor. Polisin, belki Türkiye’ye girmekten vazgeçirmek üzere mültecileri dövdüklerine de vâkıf oluyoruz.
Kaderini inat ve dirayetle değiştirmeye çalışan Soraya, kocası en başta olmak üzere şiddetle dolu dış dünyaya hayalleriyle set çekmeye muvaffak oluyor.
Mütemadiyen irtibat halinde olduğu ve özdeşleştiği soytarı, can dostları tilki ve pembe ayın dışında, varlığını inkâr edemediği iblisten müteşekkil bir ailesi olduğunu tasavvur ediyor; onları, birbirinden çarpıcı resim ve heykelde, tecrübeleriyle harmanlamak suretiyle yaşatıyor.
Bilhassa yumurta taşıma kartonlarını suda eriterek heykellerinin hammadesini elde eden Soraya gayet zorlu coğrafyalarda hayatını riske atarken o anda bulduğu malzemeden emprovize enstalasyonlarla da estetik izini geçtiği yerlerde bırakabiliyor.

Bu arada aslında hiç tanımadığı memleketi Afganistan’da Taliban rejiminin tekrar iktidarı ele geçirmesiyle bir kadın olarak orada hiç şansı olmadığını bir kez daha idrak ediyor; İran’da ise bir sanatçı olarak sefil bir hayatı reddetmek ve annesine kavuşabilmek üzere hayatını riske atmaya devam ediyor.
“Sabrın sonu selamettir” deyimiyle size bir ipucu vermiş olayım; lakin Soraya’nın şimdiye kadarki hayat hikâyesi sabırdan çok inat, sebat ve intiharî bir cesaretle çok daha iyi tarif edilebilir. Mehrdad Oskouei ile beraberce kotardıkları, coğrafyanın kültürel derinliğini tenimizde hissettiren belgesel Türkiye’deki seyirciye de bunu ziyadesiyle aktaracaktır.
Evine dönememek çok zor
IDFA’nın Envision başlıklı yarışmasında en iyi filme verilen ödül de gene İran hakikatlerini suratımıza çarpan bir filme verildi. Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde isimlerini gördüğümüz tecrübeli sinemacılar Firuze Hosravani ile Murtaza Ahmadvand bizi olağanüstü bir tecrübeyle karşı karşıya bırakıyorlar.
Venedik Giornate degli autori ve Montreal RIDM programında da yer alan Sürekli geçmiş gelecek (Past future continuous) adlı belgeselde yaşlanmış ebeveynini kollamak üzere evlerine kameralar yerleştiren evlatları Meryem’ın dünyasıyla bizi tanıştırıyor.

2025 İran, Norveç, İtalya ortak yapımı 76 dakikalık filmde İran devrimini Mollalar’ın çalmasıyla kaçmak zorunda kalmış birçok kişi gibi Meryem da göç ettiği ABD’den İran’a dönmeye bir türlü cesaret edemiyor ve çocukluğunun evini mütemadiyen gözetleme pratiğine talim ediyor.
Dokuz adet kamera iki yaşlının gündelik rutinleriyle seyirciyi tanıştırırken genelde sessiz olan görüntüler ani efektlerle irkiltici dinamiklere dönüşebiliyor. Meryem’le beraber biz de bir hayat muhasebesine girişiyor, ebeveynimize yeterince şefkat verip vermediğimizi sorguluyoruz.
Araya serpiştirilmiş maziden amatör ev çekimleriyle çocukluğumuza dönüyor, Meryem’in bir zamanlar bahçedeki havuzda beraber oynadığı komşu oğlanın Irak-İran savaşından asla dönmemesinin üzüntüsünü biz de tenimizde hissediyoruz.
Saflığımızı ve hürriyetimizi doya doya yaşadığımız geçmişin yerine şimdi, sanki bir türlü bitmeyen bir kâbus yaşandığını inkâr edebilir miyiz?
İran’da kadın olmak da zor
38. IDFA’nın uluslararası belgeseller yarışmasında yer alan filmlerden Tüm kızkardeşlerim (سه خواهر/All
my sisters) de bizi İran’da, önce kız çocuğu ve akabinde kadın olmanın zorluklarıyla yüz yüze bırakıyor. Meşhur sinemacı Mesut Bakşi 18 yıl boyunca iki yeğeninin hayatını kameraya alıyor ve karşımıza gayet teferruatlı bir analiz çıkarıyor. Kahramanlarımızın karaketerleri nispeten serbest bir zihniyet çerçevesinde oluşurken dindar bir büyükannelerinin küçücük kız çocuklarını tesir altında bırakıp kösteklemeye yönelik icraatı tabii ki asap bozucu.
Zaten çok küçük yaştan itibaren neye inanıp neye inanmayacaklarına, neyin hurafe, neyin hakikat olduğuna dair içgüdüsel direnişleri görülmeye değer.
2025 Avusturya, Fransa, Almanya ve İran ortak yapımı 78 dakikalık belgesel Uluslararası Marakeş Film Festivalinde de gösterildi.

Kız çocukları büyüyüp serpilirken bir yandan takip ettiğimiz İran’daki hadiseler seyirciyi her zamanki gibi sarsıyor. Kürt kadını Jîna Mahsa Amini'nin polis şiddeti sonucunda meydana geldiğine inanılan ölümü ve Jin Jiyan Azadi (Kadın Yaşam Hürriyet) hareketi, üniversite öğrencisi yaşına gelmiş kahramanlarımızı da tabii ki yakından alakadar eder hâle geliyor.
Aslında çok bildik ve tahmin edilir bir formüle dayandırılmış, dolayısıyla sıradan bir belgesel olma ihtimali yüksek bir sinema eseri beklerken İran sinemasının üstünlüğü bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Belgeselin hem yönetmen, hem de senaryo yazarı hanesinde adını gördüğümüz Bakşi’nin yanında montajı gerçekleştitrmiş olan Jaques Comets ve Hayati Safiyari’yi de methetmek boynumuzun borcu.
(MT/EMK)







