İşkence ve kötü muamele dünyanın tüm ülkelerinde sistemle sorunu olan siyasi muhaliflerin sorunudur. Devletlerin tüm kurumlarıyla ve görevlileri eliyle uyguladığı yaygın ve sistematik bir insanlık suçudur. Özgürlüğünden alıkonulmuş yurttaşlara devletin resmi görevlileri tarfından yapılmış bir saldırıdır.
Yaşam hakkına yönelik bir tehdittir, ihlaldir. Amaç kişinin muhalefetini kırmak onu ruhsal çöküntüye uğratmak, kendisine ve topluma korku salmaktır. Aslında, ulusal ve uluslarüstü tüm insan hakları belgelerinde yasaklanmış bir suçtur.
Utanarak tekrar edelim ki Türkiye işkence uygulamaları ve cezaevleriyle sabıka kaydı çok fazla olan bir ülkedir. Bu, yeni bir durum değildir. Çok partili demokrasiye geçtiğimiz 1950'lerden bu yana bir kaç örnekle bu duruma bir tarihsel gözlemde bulunalım.
Bazı işkence vakaları
1950 sonrasında komünist tevkifatı sırasında Türkiye Komünist Partisi üyesi oldukları iddia edilen kişilere en ağır işkenceler uygulanmıştır. O dönemde yöntemler gelenekseldi. Abidin Dino'nun desenlerinde de resmedildiği gibi kaba dayak, yüksek voltajlı ampullerle görme yetisini zaafa uğratmak, çıplak hale getirmek, soğuk su dökmek, bağlamak, aç bırakmak vb. yöntemler uygulandı. Gözaltın merkezlerinde ve cezaevlerinde tabutluklara konuldular. Arif Damar'ın 85. yaş günününde Sevim Belli anlattı. Arif Damar'ın tabutluğa konduğunu. Tanıklar hala aramızda.
1960'lı yıllardan sonra devrimci sosyalist muhalefetin güçlenmesi, toplumsal bir güç olma yolunda gelişmesi üzerine devlet daha değişik şiddet yöntemleri uygulama yoluna gitmiştir. NATO çerçevesinde yeni bir strateji geliştirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) askeri okullarında Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensupları işkence eğitimi görmüşlerdir.
Yeni ve gelişmiş yöntemler ve modern teknoloji hizmete sokulmuştur. Ülkenin her köşesinde aynı yöntem ve araçlar kullanılmıştır. 12 Mart 1971 askeri müdahelesi sonrasında Balyoz harekatıyla gözaltına alınanların tümü işkence görmüştür. Mahir Çayan 2. Davası sanığı olarak ben de, kontrgerilla örgütünün tutsağı olarak komutanları arasında Çevik Bir'in de bulunduğu bir timin Ankara Güvercinlik Jandarma tesislerinde işkencesine maruz kaldım. Mağdur ve tanığım.
1980'lere geldiğimizde durum daha da vahimdi. İşte başka bir vaka. Düzene muhalif bir devrimci öğretmen. Kitleleri konuşmalarıyla etkiliyor, okuduğu şiirlerle coşturuyor. Sesi gür. Satmamış sesini. Sesi halkının hizmetinde. Sesinden korkuyorlar kurulu düzenin sahipleri ve bekçileri. 12 Eylül faşist darbesinin karanlığına giriyor Türkiye.
Sıkıyönetim komutanının tutsağı oluyor. Ve devrim türkülerini seslendiren telleri haşlamak için boğazına kaynar su boşaltılıyor. Artvin Dev-Yol davası sanığı iken hastalığı nedeniyle salıveriliyor. Yaşamı boyunca uğradığı işkencenin acısını izini boğazında taşıyor. Enver Karagöz'ü 1986 dan sonra insan hakları heyetlerinin yurtdışına çıkmaya başladığı yıllarda Almanyada Köln'de tanıdım. Sesi yoktu artık. Konuşurken zorlanıyordu. Onu 29 Mart 2007 tarihinde Köln'de kaybettik. Boğaz kanseri onu aramızdan aldı.
Birkaç satıra sıkıştırılmış bu öyküler aslında siyasi nedenlerle şiddete maruz kalmış binlerce öyküden bir kaç tanesi. Enver Karagöz'ün öyküsü de 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında gözaltına alınan 650 bin kişinin öyküsünden bir tanesi.
İşkenceye karşı kukuksal altyapı
1980- 90 yılları arasında Türkiye'de uygulanan işkence vakaları tüm dünyanın da dikkatini çekmişti. Bu insanlık suçunun dururulması için baskılar yoğunlaşmıştı. Turgut Özal'ın Başbakanlığı döneminde işkence gerçeği kabul edildi. Türkiye, bu dönemde iki uluslararası sözleşme imzalamak zorunda kaldı.
10 Eylül 1988 tarihinde 'Birleşmiş Milletler, İşkence ve Başka Zalimce İnsanlıkdışı ve Onur Kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme' yürürlüğe girdi. İkinci sözleşme 1 Şubat 1989 tarihinde yürülüğe giren Avrupa Konseyinin 'İşkenceye Karşı Avrupa Sözleşmesi' idi. Önemli bir başka gelişme de 1987 yılında Türkiye'nin 'Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni kabul etmesidir. Bu sözleşme ile de vatandaşlarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru yolunu açtı. Birinci sözleşme işkence vakalarının izlenmesini ikincisi ise önlenmesini öngörüyordu. Ancak Sözleşme hükümlerine uyulmadı. İşkence hükmünü sürdürüyordu.
Bir halk sağlığı sorunu
12 Eylül 1980 tarihinden itibaren, Anavatan Partisi Hükümetinin yönetim dönemi (12 Aralık 1983-20 Kasım 1991) dahil, gözaltında ve cezaevlerinde işkenceden, sakat kalanların sayısı bilinmiyor, ölenlerin sayısı 352. Türkiye İnsan Hakları Vakfı kuruluş aşamasında henüz yazılmamış 352 işkence altında ölüm öyküsü.
Seksenli yıllarda gözaltına alınan herkes değişik biçimleriyle şiddete maruz kalıyor. İşkence Türkiye'de bu nedenle bir halk sağlığı sorunu oluyor. Bireysel ve toplumsal travmayla başetme ve işkenceye karşı mücadele daha fazla ertelenemez bir sorun haline geliyor.
İşkenceye karşı TİHV
İşte bu nedenlerle, işkence mağdurlarına ruhsal ve fiziksel tedavi hizmeti verecek ve işkenceninin ortadan kaldırılması için mücadele edecek özel bir kurum örgütleme fikri ve çalışmaları Türk Tabipleri Birliği ortamında başlıyor ve insan hakları mücadelesi ortamıyla buluşuyor.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) bu ihtiyaca cevap vermek üzere İnsan Hakları Derneği (İHD) Yönetim Kurulu kararıyla 1989 yılında kuruluyor, bir yıl süren mahkeme sürecinden sonra 1990 yılında resmen çalışmalara başlıyor. Türkiye'de 1986 da insan hakları mücadelesini örgütleyenler elbette başka mağurların sözcülüğünü öncülüğünü üstlendiler. Ancak kendileri de ya doğrudan mağdur ya da mağdur yakınıydılar. Vakıfta da durum aynıydı. Kurucular kendi onurları için bu insanlık suçuna karşı kararlı bir mücadeleye giriyordu. Değerli sanatçı Abidin Dinonun tasarladığı çığlık atan insan figürü, amblem olarak, vakfın konumunu pek iyi anlatıyor.
20 yıldan beri devletin ve hükümetlerin ve yargının baskılarına rağmen ayakta kalmış bir kurum TİHV. Hekimleri tehdit edildi, cezalandırıldı, sürgün edildiler. Yöneticileri yazıları ve demeçleri nedeniyle sorgulandılar. Kamuoyunda itibarını düşürmek için yabancı- işbirlikçi propagandası yaptılar. Terör örgütü yandaşı olarak suçladılar. Ankara, İstanbul, İzmir, Adana ve Diyarbakırdaki temsilciliklerin kapatılması için davalar açıldı. Devletin Güvenlik zirvesinin gündemine girdi. 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye Avrupa Birliği'ne (AB) aday ülke olarak kabul edildikten sonra işler değişti. İHD ve TİHV kabul ve itibar gördü.
TİHV kendi ülkesinde resmi makamların ve güvenlik birimlerinin şiddet ve baskılarına uğrarken yaptığı işlerden ötürü ödüller de aldı. Avrupa Konseyi 1998 İnsan Hakları Ödülü'nü hatırlamak yeterlidir.
İşkencenin önlenmesi için yapılan tüm değişiklik ve iyileştirmelerde bu iki kurumun birikimi ve sergilediği kararlı mücadele etkili oldu. AKP Hükümeti programında yazılan işkenceye sıfır tolerans söylemi TİHV için başarının en çarpıcı işareti oldu. İşkence yoktur, sistematik değildir, bireysel hatalardır söylemleri iflas etti.
TİHV, işkence vakalarında hazırladığı altarnatif raporlarla dikkat çekti. Manisalı Gençler davasında bu raporlara istinaden polisler yüksek cezalar aldılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi pek çok kararını bu raporlara dayandırdı.
Vakfın sekreteya görevini üstlendiği, kırktan fazla ülkeden uzmanın katıldığı ve 1996 yılında çalışmaları başlayan İşkencenin Hukuki ve Tıbbi etkin soruşturmasını düzenleyen İstanbul Protokolü BM tarafından tüm dünyada geçerli olan bir belge haline getirildi. TİHV hekim ve hukukçuları bu protoklün on yabancı ülkede ve Türkiyede eğitilmesinde görev yapıyor. TTB'nin Adalet Bakanlığı ile yürüttüğü Adli Tıp Kurumu Projesinde 4000 hekim, 1000 savcı ve 500 yargıca yönelik eğitim planlandı. TİHV uzmanları bu çalışmalarda da önemli katkılar sundu.
Her yıl ülke çapında her alandaki insan hakları ihlallerinin dokümantasyonu ve yıllık Türkçe İngilizce raporlar da önmeli bir hafıza oluşturmuş vaziyette.
Mart 2010 tarihine kadar 12 bin 380 işkence mağduruna fiziki ve ruhsal tedavi hizmeti vermiş bir kurum TİHV.
Çalışmalarında 20 yıl görev yaptığım bir kurum hakkında övgü yazmak gibi bir durumla karşı karşıyayım. Ancak yazdıklarım övgü değil gerçek.
Bu başarıya ulaşmada elbette çalışanların yöneticilerin ve kurucuların payı var. Ancak armızdan ayrılmış değerli dostlarımızın adlarını ayrıca saygıyla anmak ve hatırlatmak istiyorum. Prof. Dr. Nusret Fişek, Emil Galip Sandalcı, Mustafa Ekmekçi, Dr. Ergin Atasü, Mahmut Tali Öngören, Dr. Haldun özen.
TİHV'na nice başarılı yıllar dileyelim ve tüm yurttaşların katkı ve desteklerinin de çok önemli olduğunu belirtelim.(YÖ/EÜ)