Türkiye İnsan Hakları Vakfı ilk genel başkanı Yavuz Önen'in İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) yayınlarından İnsan Hakları İçin Diyalog dergisine yazdığı "Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın 20. yılı" yazısını yayımlıyoruz.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) kuruluş yıldönümü yazısını 1986 yılından itibaren içinde olduğumuz insan hakları genel ortamına dair bazı uluslararası-yerel / resmi-sivil alandaki bilgilerle ve bu ortamı belirleyen bazı olgularla birlikte sunmak istiyorum.
İnsan haklarının resmi dünyası
Dünya savaşlarının, bölgesel ya da iç savaşların yarattığı yıkımların ortamında devletlerin gündemine "hukuk devleti" ve "insan hakları" gelir. Yakın dünya tarihi bunu bize gösteriyor. Birleşmiş Milletler (BM) Sözleşmesi, Evrensel Bildirge, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Avrupa Konseyi), Cenevre Sözleşmeleri gibi uluslararası insan hakları hukuku, İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı insani ve çevresel yıkımlar, insani değerlerin ayaklar altına alınması sonrasında gelişti.
Avrupa Konseyi'nin İşkenceyi Önleme Komitesi ile BM'nin İşkenceyi İzleme Komitesi, işkenceyi ortadan kaldırma amacıyla çalışmaya başladı. İnsani boyutun Avrupa'nın güvenliğinin temellerinden biri olduğunu kabul eden Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) de Soğuk Savaş dönemi sonrasının ürünü bir uzlaşma örgütüdür ve Helsinki Nihai Belgeleri üzerinde yapılan kapsamlı bir girişimdir. İhtilaf bölgelerine heyet gönderme, genel seçimleri gözlemleme işlevini üstlenmiş vaziyette.
Paris Şartı ve Moskova Belgeleri de Soğuk Savaş dönemi sonrasında yürürlüğe sokuldu. Berlin duvarının yıkılmasından sonraki dönemde Avrupa, yeni bir güvenlik konsepti geliştirdi. Paris Şartı ile tanımlanan bu konseptin alt başlıklarını insan hakları, azınlık hakları, ifade özgürlüğü gibi temel haklar oluşturdu.
İnsan hakları savunusunu ve işkenceyi dünya çapında gündeme getiren bir başka duruma da değinelim. Güdümlü hükümet darbeleri, yandaş askeri-sivil diktatörlüklerin desteklenmesi, Batı kampının ve onun lideri ABD'nin Soğuk Savaş döneminde temel politikası olmuştur. Bu politikaların uygulanması süreçlerinde -özellikle Güney Amerika ülkelerinde- temel hak ve özgürlüklerin ağır ihlallerine; işkencelere, kayıplara, yargısız infazlara, ifade ve örgütlenme özgürlüklerin yok edilmesine tanıklık ettik.
Şiddete karşı uluslararası toplumsal tepkiler
Herhangi bir ülkede yaşanan ağır hak ihlalleri de, benzer bir şekilde, o ülkenin koşullarında hak savunusunu gündeme getirdi. Hak savunusu örgütlenmeleri de haksızlıklara karşı toplumsal tepkinin, toplumsal dayanışmanın ürünleridir. Kızılhaç, III. Napolyon ordularının işgal ettiği bölgelerde asker-sivil insanların uğradığı hastalık, açlık ve sefalete karşı İtalyan bir işadamının örgütlediği sivil gönüllülerin attığı adımla doğdu, gelişti. Fransa'da İnsan Hakları Derneği Dreyfüs davasındaki adaletsizliğe karşı yükselen toplumsal tepkinin üzerine inşa edildi. İngiltere'de Pakistanlı bir öğrenciye uygulanan haksız tutuklamaya karşı bir avukatın itirazı ve çağrısı, dünya çapında bir örgüte, Uluslararası Af Örgütü'ne dönüştü. Arjantin'de kayıp anneleri, Mayıs Anneleri, Madres de Plaza de Mayo meydanlarda çocuklarını aradılar, geri istediler. Dünya çapında iz bıraktılar. 1973 askeri darbesi ve sonrasında Şili'de Pinochet'nin işkencelerine uğramış insanların tedavisini örgütlemek üzere İşkence Tedavi Merkezi kuruldu. Kendi ülkesinde hizmet veren örgütlenmeye ilk örneklerden biri olduğu için anımsamak gerekir.
Türkiye'de genel durum
Türkiye, yakın tarihinde, yukarıda özetle hatırlattığım dünya gelişmelerinin etkisinde, gölgesinde değişime uğradı. 12 Eylül 1980 darbesi, Şili'dekine benzer bir şekilde ABD'nin planlamasıyla esas olarak sol muhalefeti yok etmek üzere yapıldı. Kanlı bir toplumsal yıkım ve denetim altında başka bir toplum yaratma projesiydi bu darbe. Zulüm ve şiddetin sonuçları çok ağır oldu. Tahmini hesaplara göre 650 binden fazla insan gözaltına alındı. Kayıplar, işkenceler, işkence altında ölümler, yargısız infazlar, idamlar; dehşetli vakalar olarak tarihe geçti. Farklı düzeyde de olsa İslami ve milliyetçi siyasetler de bu şiddetten payını aldı. Türkiye, cezaevlerinde yaşananlarla da dünya kamuoyunun dikkatini çekmişti. Yaşanan acıların, uğranılan haksızlıkların hesabını sormanın ortamı ve hukuku yoktu. Darbeci generaller ve işbirliği içinde olanlar dokunulmazdı. Türkiye bu faşist darbeyle ve üç yıllık iktidarı döneminde daha önce taraf olduğu pek çok uluslararası sözleşmeyi ihlal etmiş, hak ihlalleri uluslararası demokratik kamuoyunun tepkisini çekmişti. Beş ülkenin önerisiyle Avrupa Konseyinden ihracı istenmişti. Türkiye halkları askeri diktatörlüğün zorbalığını yaşıyordu.
Sivil yönetime geçilen 1983 yılından sonra Turgut Özal'ın Başbakanlığı döneminde resmi siyasette bir restorasyon girişimi olarak Türkiye, Avrupa Konseyinin İşkenceye Karşı Sözleşmesi'ni kabul etti. Sözleşme 01 Şubat 1989 tarihinde yürürlüğe girdi. Böylece AİHM'ye bireysel başvuru yolu da açılmış oldu.
Önemli bir başka olguya burada değinmek gerekiyor. PKK, 15 Ağustos 1984 tarihinde silahlı mücadelesini Eruh'ta bir karakol baskınıyla ilan etti. Aynı yılın 1 Mart gününden itibaren de Doğu ve Güneydoğu'nun hemen tüm illerinde OHAL rejiminin uygulanmasına başlandı. Savaş stratejisinin bir parçası olarak Geçici Köy Koruculuk sistemi de 27 Haziran 1985 tarihinde başladı.
12 Eylül 1980 darbesinin şiddet ve işkence uygulamaları, yaygınlığıyla işkenceyi zaten bir toplum sağlığı problemi haline getirmişti. Kürt sorununda silahlı çatışma dönemi ve yukarıda kısaca anlatılan OHAL hukuksuzluğu, yeni savaş birlikleri ile özel eğitilmiş güvenlik güçlerinin yaygın ve sistematik işkence uygulamalarına yol açtı. Geçmişte yaşanan işkencelerin bireyler, aileleri ve toplum üzerinde yarattığı travmayla baş edemeden yeni bir şiddet ve işkence dönemi-vakaları yaşanmaya başlandı.
Uzun yıllar cezaevlerinde kalmış siyasi tutukluların, mahkumların cezaevinden çıkmasıyla da cezaevlerindeki kötü muamele ve işkencenin, sağlıksız koşulların, kötü beslenmenin, gerekli ve yeterli tedavi hizmeti alamamanın sonucu olarak sağlık sorunu olan yüzlerce vaka ile karşı karşıyaydık. Cezaevlerinde baskılara, yaptırımlara karşı başlatılan açlık grevleri ve ölüm oruçları da çok sayıda insanda ciddi sağlık sorunları ve kalıcı izler bıraktı.
Türkiye'de yetmişli yıllardan itibaren 12 Mart 1971 askeri muhtırasıyla başlayan sıkıyönetimlerin askeri vesayet ve askeri yargı baskısının, 80 darbesi ile gelen kapsamlı ve ağır askeri diktatörlük rejiminin mağdurları ve onların aileleri, yaşadıkları haksızlıklara karşı sürekli bir direnişi sürdürdüler. Bu direnişin öyküleri meydanlarda, mahkeme ve cezaevi kapılarında tarihe kaydedildi. Bu direnişin ve dayanışmanın örgütlü bir mecraya evrilmesi insan hakları alanında gerçekleşti. Ailelerle demokrat aydınlar buluştu ve İnsan Hakları Derneği (İHD) kuruldu.
Türkiye'de insan hakları örgütlenmesi: İHD, TİHV
1986 yılında 98 kişinin başvurusuyla dernek statüsünde örgütlü hak mücadelesi başladı. İlk yıllarda yurt içinde ve dışında ilişkiler gelişti. Yurtdışı seyahatler sırasında resmi siyasi ve sivil kesimlerle buluşmalar oldu. Kayıplar, cezaevleri, işkence, ifade özgürlüğü gibi konular derneğin gündemine oturdu ve kamuoyunda büyük yankı yarattı. Özellikle işkence görenlere yardım sorunu dernek ortamında konuşulmaya başlandı.
İHD'nin kuruluşundan üç yıl sonra, 1989 yılında Nevzat Helvacı'nın başkanlığındaki Leman Fırtına (Genel Başkan Yardımcısı), Akın Birdal (Genel Sekreter), Nart Bozkurt (Genel Sekreter Yardımcısı), İhsan Atar (Sayman), Yavuz Önen, Haşim Aydıncak, Mehmet Şerifoğlu, Jülide Gülizar'dan oluşan Dernek Yönetim Kurulu bir toplumsal ihtiyaca yanıt vermek üzere, işkence mağdurlarına sağlık hizmeti verecek ve işkenceye karşı mücadele edecek bir yeni kuruluş kurma kararı aldı ve kuruluş senedini hazırlamak üzere Yavuz Önen, Hüsnü Öndül ve Haldun Özen'den oluşan bir komisyonun sorumluluğunda çalışmaları başlattı.
TİHV böyle bir kararın ve çabanın ürünüdür. Dernek üyesi de olan kurucu 32 arkadaşla birlikte İHD kurucu tüzel kişi oldu. Kuşkusuz bu kararın alınmasına öncülük eden İHD, üç yıl boyunca özellikle uluslararası alanda edindiği bilgilerle donanmıştı ve ülke içinde kurucu da olan Prof. Nusret Fişek'in başkanlığındaki TTB'nin ve bazı hekimlerimizin desteğini almıştı. Burada kuruluş aşamasındaki çabaları ve katkıları nedeniyle Prof. Veli Lök'ü, Prof. Okan Akhan'ı ve Dr.Ata Soyer'i ayrıca anmak gerek. Sevgili Veli Hocanın ve Sevgili Okan'ın yurt dışında işkence rehabilitasyonuyla ilgili International Rehabilitation Council for Torture Victims/IRCT (İşkence Görenler İçin Uluslararası Rehabilitasyon Konseyi) ve İsveç Kızılhaçı gibi kuruluşlarla kurdukları ilişkilerin ve buralardan edindikleri deneyimlerin Vakfın kuruluşunda ayrıca önemli katkıları olmuştur.
Vakfın kuruluşu bir yıl kadar gecikti. Senette yer alan işkence kelimesine Vakıflar Genel Müdürlüğü itiraz ediyordu. 'Yasak olan ve yapılmayan bir eylemin, yani olmayan bir fiilin sonuçlarıyla nasıl uğraşacaksınız?' diyorlardı. Çalışmalara daha fazla gecikmeden başlamak üzere işkence kelimesinin senette yer almamasını geçici yönetim kurulu olarak kabul ettik. Ancak mahkeme kararını bekleme süresinde önemli bir işe adım attık. Hak ihlallerini İngilizce, Fransızca ve Türkçe olarak üç dilde günlük olarak yayınlamaya başladık. Bir süre sonra Fransızca bülteni kaldırdık. Bu çalışma, yıllık rapor yayınlanmasına da yol açtı.
TİHV, yazının başlarında anlattığım uluslararası arenada doğan örgütlerle kardeştir, onların bir yenisidir, bir benzeridir. Ancak Türkiye koşullarında doğan ve gelişen özgün bir örgüttür. İnsanlığa karşı işlenmiş bir suça, utanç verici bir eyleme karşı bir çığlıktır. Değerli sanatçı ağabeyimiz Abidin Dino, bu algılamayla, çığlık atan bir insanı vakfın amblemi olarak betimlemiştir.
Yirmi yıllık çalışmalara genel bir bakış
Vakfın kuruluşundan kısa bir süre sonra temsilcilikler örgütlendi. İlk olarak Ankara'da başlayan tedavi hizmetleri İstanbul, İzmir ve Adana'da kurulan temsilciliklerde de verilmeye başlandı. Bu temsilciliklerin kuruluşları, Türkiye'de yeni bir dönemin başlangıcıyla eş zamanlı oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbe rejimine karşı demokrasi vaat eden, insan haklarını savunan, eleştirel bir seçim kampanyasını başarıyla yapan iki siyasi parti -DYP ve SHP- koalisyon oluşturarak hükümet oldu. Şeffaf karakol vaatleri ve söylemi işkenceye karşı bir tavrı ifade ediyordu. İnsan Hakları Bakanlığı kurulması da temel hak ve özgürlüklere saygı gösterileceği iddiasına işaret ediyordu. Böyle bir ortamda İstanbul Temsilciliği'nin açılışına (1991), İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Kahraman ile Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna katıldı. Adana Temsilciliği'nin açılışı da (1995) benzer bir şekilde yapıldı.
İnsan Haklarından Sorumlu başka bir Bakan Azimet Köylüoğlu, Emniyet Müdürü'nü de yanına alarak açılışa katıldı. Bu ayrıntıya özellikle giriyorum. İnsan hakları mücadelesine başladığımızdan beri terör örgütleriyle işbirliği içinde bölücü, yabancıların uzantısı vatan haini vb. nitelemelerle, hem devletin hem de resmi söylemin borazanı medyanın saldırısına uğramıştık. Bu yeni dönemde artık muteber olmuştuk. Ne var ki, Diyarbakır Temsilciliği ancak 1998'de açılabildi. Kısa bir süre sonra valilikçe kapatıldı. Özetle, Diyarbakır'da çalışmaya çeşitli zorluklarla başladık.
TİHV'nin kuruluş aşamasıyla ilgili bu uzun yazıdan sonra, yirmi yıllık çalışmaların neler olduğuna dair bilgileri başka bir yazıda anlatmak daha uygun olur. Ancak özetle şunları da belirtmek gerek: İşkencenin sonuçlarıyla uğraşırken önleme ve bilgilendirme çalışmaları da planlandı. Tabip odalarıyla birlikte mahkemelerimizin ve AİHM'nin işkence davalarında geçerli kanıt olarak değerlendirdiği Alternatif Raporlar düzenlendi. Bu raporlama çalışması, BM'in İşkencenin Etkin Tıbbi ve Hukuki Soruşturması El kılavuzu olarak kabul ettiği "İstanbul Protokolü"nün üretilmesine öncülük etti. Vakıf, bu çalışmanın sekretarya işlevini yerine getirdi. Tedavi hizmetlerinin bilimsel tıbbi değerlendirmeleri, her yıl tıbbi rapor olarak yayınlandı. İşkence yöntemlerinin örneklerini derleyen İşkence Atlası yayılandı. Savaşın ve şiddetin yol açtığı Toplumsal Travma uluslararası bir çalışma konusu oldu, bilimsel toplantılar düzenlendi.
Vakıf, ulusal ve uluslararası resmi tüm ortamlarla ilişki içinde oldu. Günlük bültenlerimiz ile yıllık genel insan hakları ihlallerini kapsayan Yıllık İnsan Hakları Raporlarımız önemli bir hak ihlalleri hafızası yarattı. Ülkemizde işkencenin önlenmesinde atılan resmi adımlarda bu çalışmalarımızın etkili olduğunu düşünüyorum.
Bitirirken; vakfımızın hem ülke içinde hem dışında tanınan, güven duyulan önemli bir kurum haline geldiğini söylemek abartılı olmaz. 20 yıl etkinliğine davetli olan ve yurtdışından kendi imkânlarıyla İstanbul'a gelen 44 insan hakları savunucusunun, uluslararası resmi kuruluşların insan hakları temsilcilerinin yoğun ilgisinden ve bizlere aktardıkları gözlem ve izlenimlerinden, değerlendirmelerinden mutlu olduk. Uluslararası insan hakları ortamıyla hatırı sayılır derecede bir etkileşim içinde olduğumuzu anladık. Bunun yanı sıra, TİHV, İHD ile Helsinki Yurttaşlar Derneği, Mazlum-Der ile de zaman içinde dayanışma içerisinde oldu, ortak etkinlikler düzenledi.
Vakfın verdiği psikolojik ve fizik sağlık hizmetinin özel uzmanlık gerektiren, uzun vadeli, çok disiplinli ve pahalı olduğunu belirtmemiz gerekir. 12 bin başvuruya verilen hizmetin gerektirdiği çalışmalarda emeği geçen vakıf çalışanlarını, katkılar sunan hekimlerimizi ve bize finansal destek veren uluslararası insan hakları kuruluşlarını, Tabip Birliklerini, Uluslararası Af Örgütünün bazı seksiyonlarını da anmak yerinde olur. (YÖ/AS)