1930'larda Devlet Hava Yolları adıyla kurulan ve 1990 ve 2000'li yıllarda neoliberal politikalarla özelleştirilen Türk Hava Yolları'yla (THY) ilgili ilk anılarım, THY'nin emekli Türk Silahlı Kuvvetleri pilotlarını çalıştırdığı için ne kadar güvenli olduğu söylemi ve övgüleriydi.
Başka bir deyişle, halen kendisini “Türkiye'nin Bayrak Taşıyıcısı” olarak tanıtan, temel değerlerinin en başında da “Dürüstlük ve Adil Davranma” geldiğini öne süren, bununla birlikte ismi sansür, işçi hak ihlalleri ve grev kırıcılığı, ayrımcılık, ve silah kaçakçılığı olaylarıyla anılan şirketin, erkek-devlet-ulus-asker dörtgeniyle iç içeliği, hem ulus belleğimizde, hem de ulusçu kapitalist erkte sürüyor.
Geçtiğimiz günlerde yayını başlayan THY reklamı oldukça ses getirmişe benziyor. Reklam, bir taraftan Youtube'da ve Twitter'da “gözlerimi yaşarttı,” “ne kadar şirin ve sıcak,” “Türkiye'yi anlatan sımsıcak reklam,” ve “işte Türkiyem budur” gibi yorumlarla ifade edildiği üzere büyük beğeni kazanırken, bir taraftan da bizi ulusal balık hafızamızla yüzleştiren eleştirilere yol açtı.
Burcu Karakaş'ın yazısını okuduktan sonra reklamı ilk kez Youtube'dan ve (iş yerinde olduğumdan) sessiz izledim. İlk izleyişimde, reklamı iki parçaya ayırdığımı fark ettim utanarak: “kendini beğenmiş bir insani yardım reklamı mı acaba?” ve “bombardıman uçağı reklamına benziyor.” Sonraki izlemelerimdeyse, reklamın aslında birbirinin içine geçmiş üç bölümden oluştuğunun ayırdına vardım.
1. Bölüm: Küçük İnsanlar
Eleştirel unsurundan arındırılmaya çalışılmış diğer metinler gibi çoğu reklam da, içinden doğduğu toplumsal koşulları, güç ilişkilerini, hayalleri / korkuları / güvensizlikleri ve idealleri oluşturan, öğreten ve yansıtan küçük birer kültürel itiraflar yumağıdır.
Ve söz konusu bu minik yumak da, Türkiye anaakımının, kendisine sınıfsal, ırksal, etnik, ulusal, ekonomik, coğrafik... yani varlıksal bir öteki olarak gösterdiği, aşağılamak, öldürmek ve yok saymak için hiçbir masraftan çekinmediği varlıklarla bir yüzleşme olarak başlıyor.
Başka bir deyişle, varlığından en çok korkulanların sesler, reklamın en başında ve belki de bir daha hiç bir zaman duyulmaması sağlanacak şekilde sunuluyor.
Bir çocuk eli, teknolojisiyle ve ilericiliğiyle her fırsatta övünen sömürgeci bir topluma aslında ne kadar küçük ve gereksiz olduğunu gösterirken, kayalık bir dağdaki çocuk sesleri de izleyiciye ulusal iki yüzlülüğünü hatırlatıyor:
- İstanbul'a mı gidir sence?
- (İç çekerek) Başka nerey gidecek?
- Buraya gelecek hali yoktu ya...
Bu söylem, THY için bile artık “kabul edilebilir” sayılan, özerkliğini isteyen halkların savaşımlarını “Doğu'ya yatırım eksikliği”ne indirgeyen söylemleri çağrıştırmak amaçlı ki böylece THY, tüketici ve anapara karşısında, “ayrımcılık karşıtı, girişimci ve iyi yürekli bir yatırımcı” imgelemiyle kendisini kişileştirebilsin.
Oysa her metin, kontrol altında tutmaya çalıştığı öğelerin her an kontrolünden çıkması olasılığıyla tehdit altındadır. Bu reklam da pek farklı değil: kendi sığ düzeyine indirgemeye çalıştığı sözler ve sesler, birden bire bambaşka anlamlar kazanıyor; bu anlamlar sıkı olduğu varsayılan denetimden çıkıveriyor, kısa süreli kaoslar yaratıyorlar.
Sesi, metni, söylemi başka seslerce kesilmeden ilk ve son kez konuşabilen kız çocuğunun, iç çekerek söylediği “Başka nerey gidecek” cümlesi, bu tehdidin ilk ortaya çıktığı sahne.
Kendini beğenmiş bir modernizm ve ırkçılıkla yoğrulmuş Türk(lük) hayal gücünün dar görüşü sayesinde muhtemelen ancak yardıma muhtaçlık, çaresizlik ve umutsuzluk içerdiği varsayılan bu söz/ifade, aslında bağımsız, özerk ve şiddeti yadırgayan bir kadın metninin, bu reklamın sınırları içinde kendini özgürce ve lafı kesilmeden ifade edebildiği tek an.
Bu bağlamda, bu ufacık, önemsizliği bir çocuk elinin iki parmağı arasında ifade bulmuş uçağın böylesine önemsenmesine, savaşı çağrıştıran ve savaş teknolojileri sayesinde varolabilmiş bir uçağa/şirkete/devlete/ulusa bunca anlam ve istek yüklenmesindeki saçmalığa tepkisini iç çekişiyle ifade eden kız çocuğunun, kendini çoğulcu bir metropolmüş gibi göstererek ayrımcı şiddetini etrafa yayan emperyalist bir tür başkentten başka gidecek yeri olmayan bu zavallı ve yalnız uçak için “başka nerey gidecek” deyişi, reklamdaki belki de en güçlü ve özerk “öteki” ses.
Belki de böylesine alaycı ve garipleştirici (“queering”) bir söylemin gücünün yarattığı korku ve panikle, reklam sırasında sözü kesilmeden ve başka seslere karışmadan konuşmasına bir daha izin verilmeyecek bir ses bu.
Ne de olsa bu ses, tek bir iç çekiş ve üç kelimeyle, bin bir çığlık ve kanla varlığını kanıtlamaya çalışan, erksizliğini ve yoksunluğunu trajikomik boyutlarda ifade eden, bir türlü de susmayan erkek metinlerinin tümünü bir hamlede çürütüveriyor.
Bu kız çocuğunun garipleştirici, alaycı iç çekişine verilen cevap, her ne kadar yukarıda betimlenen kadın metni gibi düzeni ve düzenekleri kökünden alaşağı edemese de, metnin alt yapısını bir kez daha sarsıyor. Kırsalı verimsizlik, geri kalmışlık, zavallılıkla özdeşleştirmeye her daim uğraşan ve yukarıda bahsi geçen ulusçu hayal gücü her ne kadar metnin üçüncü sesini yine bir tür çaresizlik olarak yorumlayacak olsa da, söz kendini yaratılmaya çalışılan senaryodan bir kez daha kurtarıyor.
Dağda kayalıklar ardına uzanarak mevzilenen oğlan çocuğu, (belki de cevap verdiği kadın metnine direnir ve onu yok sayarcasına) elindeki doğa parçasını keskin bir tahta silah/kalem haline bilerken/yontarken, hırçın ve yaratabileceği korkuyu bilen bir tavırla, hani neredeyse “geleceği varsa göreceği de vardır” edasıyla, reklamın bu ilk bölümünü noktalayan sözü söylüyor: “Buraya gelecek hali yoktur ya!”
2. Bölüm: Özerk bir Alanın Kuruluşu ya da Asimilasyon
İlk bölümde kendini öne çıkaran bu iki güçlü direnişçi söylemden sonra, metnin kendini yazmaya devam edebilmesinin tek yolu, bu metinleri bir kenara itiştirmek ve kendi söylemini bir kez daha zorla izleyiciye ve karakterlerin kendisine kabul ettirmeye çalışmak.
Bu yöndeki ilk deneme, reklamı ve konuşmayı İstanbul'la açan (ve sonrasında hem kız hem de diğer oğlan çocuğunun sözleriyle ve elinde sopası bir diğer oğlan çocuğunun sessizliğiyle kapana sıkışıveren) oğlan çocuğunun ağzından, kanlı ve çok katmanlı bir ayrımcılığı bireyselciliğe, istençciliğe, ve tek yönlü bir karara indirgemek: “Çok isterse geler bence.”
Oysa bu ilk deneme, söz dudaktan çıktığı anda kendi başarısızlığını sezinliyor; cevap vermekten çok, soru sorduran bir cümle bu.
Özellikle de çocukların oturdukları kayalıkların siyasi mekanı göz önüne alınırsa. Metnin imgeleminde mevzi aldığımız tepe, Iğdır ilindedir (çekimler Antalya'da yapılmış olsa da). Heybetinin ve varlığının çorak bir avuç kaya parçasına indirgenmeye çalışıldığı da düşünülürse, (kamerayla birlikte izleyici olarak) oturduğumuz yer Ararat'tır.
Yani çocuklarla birlikte manzarasını izlediğimiz mekan, bir taraftan Ermeniler için ulusal bir simge ve mitolojik bir tanrısallık imgesi, bir taraftan da 1930'larda (yani THY kurulmadan üç yıl kadar önce) bir Kürt isyanına, sonrasında bağımsız bir Kürt cumhuriyetine ve sonrasında Türkiye'nin (başka bir çok ulus-devlet gibi) varlığını belirleyen bir çok katliamından birine görgü tanığıdır.
Reklam metni de yukarıda bahsettiğim gibi bunun farkındadır. Önce bir sessizlik olur; metnin gafı, bir tür hastalığın semptomu bu “Freudian slip,” bir anlığına da olsa da karakterlerin dilini bağlar. Sonra da reklam ikinci kez hamle yapar yukarıda bahsi geçen söylemleri unutturmak için: çocuklar dağdan indirilirler.
Oysa bu ikinci hamle de ilki gibi işlevsiz ve erksizdir; geride bırakılan, terk edilen ağacın tersine, direnen metinler kaybolmaz, birer hayalete dönüşmezler.
Geride, Nazım Hikmet'in dize ve şiirlerini hatırlatırcasına, tek bir ağaç kalır, ki bu insan metinlerinin gürültücü ve benmerkezci bolluğu sayesinde doğanın sesi zaten bu ilk bölümde bütünüyle kesilebilmiştir. Rüzgar bile sessizdir reklamda, kuş sesleri gibi o da bir insan enstrümanının sesine dönüştürülmüştür... İnsan olmayana konuşacak alan tanınmamıştır.
Böylece ikinci bölüme geçilir. Baskın çıkmaya çalışan ulusçu erkek metninin gölgesinde bu bölüm, Türklüğün üstünlüğüne boyun eğmiş çocukların, Türk uçağını kendilerine çekmeye çalıştıkları bir dizgi gibi gözükür: ulusçu düzen rahat bir şekilde tekerleklerini kondurabilsin ve varlığını ilan edebilsin diye derme çatma bir hava alanının inşasına tanık oluruz. Ya da tanık olduğumuzu zannederiz.
Oysa önceki bölümdeki direnişçi sesler henüz yok edilememişlerdir. Bu alan, Türkiye devletinin ve kapitalist bir şirket-birey'in üstünlüğünün imgelenmeye ve bedenleştirilmeye (!) çalışıldığı uçağın inmesi için yapılıyor görüntüsü verse de, aynı zamanda çocukların da oyun alanıdır.
Bu alanda çocuklar özerkliklerini ilan etmekte, kendi alanlarının sınırlarını çizmekte, şeklini vermektedirler. Reklam metniyse bu özerk söyleme direnebilmek için, yavaş yavaş artan miktarlarda, oraya buraya Türk bayrağı serpiştirir, asker selamı sıkıştırır.
Bu ikinci bölümün böylesine ikircikli olmasının bir nedeni de, zorla yaratılmakta olan bir geçiş bölümü olma çabasıdır. Ne de olsa ulusçu bir erkek düzen/metin, kendisine, kaotik, sürekli dönüşen, ikilikler bağlamında bir türlü kimliği kesinleşmeyen bir oyun alanında kendini “kondurabileceği” bir yer bulamayacaktır.
Özerk bir alan yaratımı, yavaşça isimlendirilir ve bağımlılığın yüceltildiği bir alansızlığa dönüştürülür. Gülümsemeler ve kıkırdamalar yerini hüzne bırakır. Oyun işe, eğlence sıkıntıya, umut kızgınlığa dönüşür. Uçak kendine ırak kaldıkça rüzgarı eksik olmayan rüzgar pırpırları ve rüzgar gülü, yavaşça içlerindeki rüzgarı yitirir.
İzleyici, travma yaratacak ama travma deneyimini unutturacak bir sahneye hazırlanmaktadır. Gözümüz yaşartılacaktır yaşartılmasına, ama gözümüzü yaşartacak şiddetin şiddet olmadığını düşünmemiz bu metin için bir tür ölüm-kalım savaşıdır.
Güneş doğmaktadır. Nazım Hikmet'in “Umut” şiirindeymişçesine doğan bu güneşle birlikte de, kendini güneşe yamamaya, güneşle kamufle etmeye çalışan bir uçak ortaya çıkar. Ulus-devlet/şirket, kendine özne kılmak istediği, öznesi olmaya çalışan çocuklara ve onların oyun alanına doğru yaklaşmaktadır.
Çocuklardan biri bir asker selamı çakar, ama uçak bu oyun alanına inmez.
Yukarıda belirtildiği gibi, bu uçağa bu alanda yer yoktur. Ortaya, çocukların oyun alanının bombalanmakta olduğu, terörize edildikleri, üzerlerine uçak düşürülmekte olduğu izlenimi uyandıran bir sahne çıkar.
Zaten tarihi bunca kana bulanmış, varlığı böylesine katliam ve yoksunlaştırma üzerine kurulu bir devlet/ulus/şirket için, başka türlü bir sahnenin kurgulanması mümkün ve kabul edilebilir gözükmez. İzleyici artık yavaş yavaş gözyaşlarını akıtmaya başlayabilir. Katledilenlerin tarihinin üstü yavaşça örtülmektedir.
Ölümüne yas tutulamayacağına hükmedilmiş canlar için, bu canların hayaletleri imgelememize uğramadan ağlanılabilir artık. Canavarlığımıza, zavallılığımıza, korkaklığımıza, kendimizi normalleştirerek ve idealize ederek, yani yeni katliamların yerini yaparak ağlamakta olduğumuzu reklam son bir gafla ifade ediverir: mitolojik filmlerde kahramanların, korkunç canavarların ve cani orduların şehirlerinin üzerine çöküşünü bir tepeden dehşetle izleyişlerinin canlandırıldığı bir mizansen kullanılır ve çocuklarla özdeşleştiriliveririz.
3. Bölüm: Erk(eğ)in yittiği yerde
Metnin/reklamın sonuna gelindiğinde, artık ilk ve ikinci bölümdeki direnişçi seslerden pek iz kalmamış gözükmektedir. Kız çocuğu, bu ulus-metnin içinde, arasında kaldığı iki oğlan yüzünden zar zor hareket edebilmektedir artık.
Oğlanlarsa (yüzlerine düşen anlık dehşet ifadesini saymazsak) kendilerini ulusçu söyleme tamamen kaptırmışlardır. Bu sırada içi oyulmuş bir göbekten akarcasına uçaktan inen üniformalılar (düşük maaşla aşırı çalıştırılan pilotlar o aralar greve çıkmış olabilirler), kan kırmızısı halıya aşinadırlar.
Çocukların oyun alanından uzakta, güvenli bir yere yapılmış bu “modern” havaalanına rahatlıkla ayak basarlar; bu alana konmak ve bu alanda yürümek onlar için “çocuk oyuncağı”dır.
Normalde çocuklar oynasın diye şişirilen balonlar, çocukların elinden alınıp “yetişkin”lerin kendi ulusal fantezilerini dışa vurmalarını sağlayan oyuncaklara dönüştürülmüştür. Rüzgar pırpırlarının ve rüzgar gülünün yerini, bir yandan bu balonlar, bir yandan da, yolcular (hem karşılayan hem de izleyen rolündeki “biz”) vardıkları toprak parçasına biçilen normatif anlamları unutamasınlar diye, minik bayraklar almıştır.
Varılan, düzeneği ve dizaynı eski ama malzemesi yeni olan bir çocuk alanıdır. Bu alanda oynanan oyunun adı da erktir. Pilot da bize bunu hatırlatır (göz kırpar).
Ama çocuklar henüz bunun bilincinde değilmiş gibi gözükürler. İlk bölümde eli sopalı sessiz çocuk hazroldadır. Vatan aitliğini / vatandaşlığı özleyen çocuk şaşkınlığını gizleyemez. Silahını / kalemini bileyen çocuk gıpta ederek bakar gelmekte olan gölgeye. Bir tek kız çocuğu, aitlik fikrine kapılmış gözükse de durumla dalga geçişini biraz olsun koruyabilmiştir.
Pilotun asker selamı (sadece) onlarda heyecan yaratır: oğlan çocuk, bunun kendisi için hem erkekliğe, hem ulusluğa, hem erke, hem de güce bir geçiş olduğunu sanır ve neşelenir.
Pilotun verdiği asker selamının, erkeklikle mi, ulusla mı, modernizmle mi, yoksa sömürgecilikle mi ilgili olduğu belli değildir: aynı anda hepsi birden ifade edilmiştir bu selamda. Ve çocuk, artık erkektir, ulustur: militarize edilmiştir, oyun alanından koparılmış ve askerleştirilmiş ulus-erkeklik sözde özneliğine yerleştirilmiştir. Bir anlamda, özne(l)liği, modernizm-ulus-asker-erkekliğe geçişi sırasında hadım edilmiştir.
Zaten hem miniminnacık bayraklara, hem de çocuk oyuncağı balonlara, hem militarize edilmiş erkek pilotun göz kırpmasına, hem de çocukların daha ilk bölümden saçma bir yetişkin oyuncağına dönüştürdükleri uçağa bakıldığında, alandaki durgunluğun ve yetişkinlerin yüzündeki hüznün de sebebi anlaşılır.
Bu oyun alanında erkle oynanıyor olsa da, erk mümkün değildir. Uçaktan inen de, karşılayan da, sahnedeki imgelemler de erk sahibi değillerdir. Bu oyun alanında erk, yitirilmiştir.
Hayallerde, hayaletlerde, arzu ve korkularda kalmış, yerine idealize edilen ama düzenin içinde yası tutulması mümkün olmayan ölü bedenler bırakmıştır. Belki de reklamın alt başlığı da bu yüzden “#hayaledince”dir. Belki de bu yüzden bu metne/reklama gelen tepkiler “işte benim Türkiyem” tadındadır.
İzleyici, yenik bir idealin, saçmalığı her fırsatta ortaya çıkan ve tekrar saklanan bir düzeneğin, ölümcül bir düşüşün, yasa değer bulunmamış canların ağıtını tutmaktadır.
“Yüce Türk milleti,” bir taraftan aslında ulaşamadığı, ölüm üzerinden dizgilenen, yaratılamayacak, idealize edilmiş bir üstünlüğün gölgesine ağlayadursun ve diğer taraftan bu ağlamanın ve huşu içinde kalmanın aslında suça iştirak etmek olduğunun (Gezi Parkı'nın anaakıma öğrettiklerine karşın) ayırtına varamayadursun, çocukların devam eden kıkırdamaları, THY'nin gizil sömürge propagandalarını aratan erkek sesiyle kesilir.
Ve bu kesinti, insanın içine bir şüphe düşürür. Belki de çocukların kıkırdadığı, pilotun ve ulusun sözde yüceliğinin, hayal edilmeye çalışılan erkek/ulus fantezisinin komik saçmalığıdır; belki kıkırdanan, reklamda kurgulanan “biz”in kolektif aptallığıdır. (MAE/HK)
* Mehmet Atıf Ergün, University of Maryland Sosyoloji Bölümü Doktora Adayı