Nasıl bileceğiz peki? Bu bildiklerimizle, gördüklerimizle nasıl yaşayacağız? Soru hayata sorulabilir, ama buraya yazdığım yazıların çerçevesi gereği tiyatroya sormak durumundayım.
Uzun zamandır hep çok yakına bakma zorunluluğu yaratan kalp sekmesi gibi bir memleket gündemi ve politikayı neredeyse sadece mevcut hükümetin yapıp ettikleri hakkında konuşmaya indirgeyen siyasi ortam, ufkumuzu iyiden iyiye daraltmış durumda. Hep kucağımıza düşen yakıcı gündemlerin peşine takılmaktan başımızı kaldırıp olmak istediğimiz yeri göremiyoruz bile.
Oysa bir zamanlar Oscar Wilde bizi uyarmıştı: “üzerinde ütopya olmayan bir haritaya bakmaya değmez” diye. Biz yaşadığımız haritaya baktığımızda bizden sonraki kaç kuşağın bile kaldıramayacağı kadar kan görüyoruz sadece ve ütopya da başka bir dünyanın hayali olarak değilse bile, o dünyanın somut düşüncesi olarak gitgide ufkumuzdan siliniyor. Bu daraltılmış ufuklarımızla bunların ortaya attığı yemlerin arkasına düşüp duruyoruz. Üstelik bu kadar ufuksuz bir biçimde baktığımız dünya bizim için her geçen gün biraz daha çetrefil bir bilmeceye dönüşüyor.
İnsan ne bilebilir, bilgisinin sınırı nedir sorusu felsefenin başlangıcında bir yerinde durur. Bir nevi felsefe sahnesi de olduğu söylenebilecek antik Yunan tragedyalarının kimileri bu soruyla özel olarak ilgilenmiştir. Evet sözü Kral Oidipus’a getirmeye çalışıyorum.
Sophokles’in Oidipus mitinden hareket ederek yazmış olduğu Kral Oidipus tragedyası, Thebai kentine musallat olmuş ve kenti kırıp geçiren bir veba salgını ile açılır. Tapınaktan gelen çözüm önerisi dehşet vericidir. Cezası verilmemiş bir baba katili Thebai topraklarındadır ve katil ortaya çıkarılmadıkça bir lanet olarak polis’in üstüne çöken vebadan kurtuluş yoktur.
Thebai’ye girmeden öldürdüğü yaşlı adamın ne kral, ne de babası olduğunu bilmeyen Oidipus, halkına “babasının oğlu bile olsa” o katili bulup çıkaracağına yemin eder. Fakat bu kudretli hava, sahneye kör kahin Theresias’ın girmesiyle beklenmedik bir biçimde dağılacaktır.
Theresias daha oyunun başında oyun boyunca çözmeye çalışılacak bilmecenin yanıtını fısıldar, halkın önünde biriktiği sarayın kapısında. “Aradığın katil sensin!” “Anlamadım” der Oidipus, “tekrar söyle”. “Daha açık söyleyemem” diye üsteler Theresias, “aradığın katil sensin!”
Oyunun bitmesine daha sayfalar, saatler vardır. Seyirci/okur öğrenmesi gerekeni öğrenmiştir, oyunun bilmecesi hiçbir sürprize yer bırakmayacak şekilde açığa çıkmıştır. Ama tragedya her nasılsa seyircisine bu gerçeği duyduğunu/bildiğini unutturur ve hikâyesini devam ettirir.
Oyunun geri kalanında Oidipus’un Theresias’ın muhaliflerin oyuncağı olduğunu kanıtlamaya ilişkin beyhude çabasına, katilin kendisi olmayabileceğini, üç yol ağzında öldürdüğü yaşlı adamın babası ve kral olmayabileceğini boş yere kanıtlamaya çalışmasına şahit oluruz. Bir bakıma yeni yemlerle, asıl yanıtın arkasında gizli olabileceği imalarıyla hikayeyi gittikçe karmaşıklaştırarak seyirciyi “oyalar”. Ama Oidipus’un seyirciyi kendi tarafına çekerek sürdürdüğü çaba, oyunun finalinde boşa çıkacak ve Oidipus artık çırılçıplak hakikatin karşısında gözlerini kör edecek ve kentten sürülecektir.
Aristoteles’ten öğrendiğimiz kadarıyla her tragedyanın nihai durağı pathos’tur. Pathos seyircide yoğun duygular yaratmak amacıyla oyun kişisinin retoriğine yüklenen duygusal tondur. Bu duygusal tonu sağlayan da oyun kişisinin acıyla, acı deneyimiyle yaşama zorunluluğundan beslenir.
Antik Yunan’da tek tanrılı dinlere tam olarak karşılık gelebilecek bir öte dünya inancı olmadığından, Nietzsche’nin saptamasıyla, ölmek ışıltılı Olimpos tanrılarının ışığından mahrum kalmak demek olduğundan intihar fikri gelişkin değildir ama ölümlülük fikri kuvvetlidir. Nihayet ölene dek, acıyla yaşamak çekilebilecek en büyük azaptır. Oidipus bu nedenle kendini öldürmez, fiziksel acısına, annesiyle yatmış olmanın, kardeşlerinin aynı zamanda babası olmasının acısını ekleyerek yollara düşer.
Sophokles’in Oidipus tragedyasının Yunanca orijinali, Oidipus Tyrannos adını taşır. İlk Latince çevirilerde Odipus Rex’e, sonra da batı dillerine yapılan çevirilerde Kral Oidipus’a dönüşmüştür.
Ama bu değişim aslında ismin taşıdığı önemli bir noktanın göz ardı edilmesine yol açmıştır. Oidipus bir tirandır ve tiranlık Antik Yunan değerleri açısından “kan soyuyla elde edilmemiş, babadan, aileden hak olarak gelmemiş, güçle ya da kişisel niteliklerle edinilmiş iktidar” demektir. Oidipus’a tiran denmesinin nedeni, aslında babası olduğunu bilmediği Laios’un oğlu olması nedeniyle hakkı olan tahta, Sfenks’in bilmecesini bilerek geçmesidir. Oidipus kelimenin salt anlamıyla bir tiran değildir yani, ama kendi gücüne duyduğu güven sonsuzdur.
Tiranlık tek başına olumsuz bir nitelik taşımaz ancak Platon bu tanrılaşmış ve kendine fazladan güç vehmeden ve üstüne üstlük şairler tarafından da tanrılara benzetilerek övülen tiranların tehlikesine işaret eder Devlet’te. Tiranların kendi güçlerinden başları döndükçe halkın mallarını nasıl yediği, haklarını nasıl gasp ettiğini yazar ve der ki, “halk tiranları, hayırsız oğlunu besler gibi beslemek durumunda kalır.” “Üstelik sadece onları değil, kendi kölesi yaptıklarını da besler, çünkü kendisi iki kat köleleştirilmiştir.”
Bizim buralardaki muktedirleri, en çok da haysiyetle şekillenmiş trajik kahramanlara benzetmek değil niyetim. Fakat günlerdir Theresias’ın cümlesi çınlıyor kulaklarımda:
“Daha açık söyleyemem, aradığın katil sensin!” (BG/YY)