“Basın yönetenlere değil, yönetilenlere hizmet etmelidir.”
Vizyona yeni giren The Post filmi, Amerikan basın tarihinin en çarpıcı örneklerinden bir kesit sunuyor. Nixon’ın ABD Başkanı olduğu dönemde Vietnam Savaşı’na yol açacak Pentagon gizli belgelerinin Washington Post tarafından ele geçirilmesi yönetim kurulunu bir ikileme sürükler: Ya Post’un Amerikan halkı nezdinde prestiji artacak ya da yönetim kurulu başkanı Katherine (Kay) Graham (Meryl Streep) hükümetin gizli belgelerini ifşa ederek “devletin çıkarlarını tehlikeye atmaktan” hapse “tıkılacak”…
The Post, bir haberin yayınlanma sürecinde “siyasetçi – patron – gazeteci” ilişkilerini etraflıca anlatıyor. Habere nasıl ulaşıldığı, yayınlanıp yayınlanmaması üzerine tartışmalar, yapılan baskılar, gazete içi güç ilişkileri ve her şeyin tam ortasında gezeteciler ve haberin kendisi…
Sonuçta Washington Post şu manşetle dağıtıma gider: Hükümetin Seçim Öncesi Pentagon’daki Vietnam Belgeleri.
Ardından dava süreci. Kay Graham ve The Washington Post bu sınavdan da alnı ak çıkar.
Artık The Washington Post artık küçük bir aile yerel gazetesi değil, kamuoyunda saygın bir yer tutan, özgür bir gazetedir.
Bu film, günümüzde Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün içinde bulunduğu durumu düşünmek için bir çok ipucu veriyor.
Basının piyasalaştırılmasının yol açtığı rekabet eninde sonunda yerini basın dayanışmasına bırakıyor. Peki piyasanın genişlemesi ile birlikte basın mecralarının çoğalması, gerçekten de özgür bir basının sesini duyurmasına imkan tanıyor mu? Hele ki Türkiye’de yargının basın özgürlüğünün üstünlüğünü tanıması ve hükümete boyun eğdirmesi ihtimali düşünülebiliyor mu? Bu noktada Türkiye’de basın “özgürlüğünün” hukuk, siyaset ve kamuoyu ile ilişkisinin yeniden ele alınması gerekiyor.
Piyasa elbette Türkiye’de çoklu bir basın getirdi. Ancak bu basının çoklu olduğu kadar çoğulcu olma umudu giderek azalıyor. Piyasada tutunan ve bu nedenle kamuoyunda güvenilirlik bakımından sesi daha çok yankılanan medya organları, yönetenlerin ve toplumda ayrıcalıklı kesimlerin sesini duyurabiliyor.
Türkiye basın tarihi katledilen, kaybedilen gazetecilerle dolu. Yıllardır bu mücadele sürüyor ve kamuoyu hesap sormasına rağmen hiçbir sorumlu bulunamıyor. Gerçekleri yazmanın yanı sıra eleştiri ve alternatif görüş gittikçe artan bir tehdit altında. Bu satırları yazan kişi yaklaşık iki haftadır bir stajyer muhabir; fakat bu yazı yayınlandıktan sonra başına gelebileceklerden korkmuyor değil.
Hukukun basın özgürlüğünün yanında olması kamuoyu için vazgeçilmez bir zorunluluk. Tabii bunun için gazetecilere özgür bir basın ve ifade ortamı sağlaması gerekli. Susturulan, katledilen, tutuklanan gazetecilerin hakkını arayan her kuruma saygı göstermeli. The Post filmi tüm izleyici ve basın mensuplarını düşündürmeden edemiyor.
Ne acı verici bir tesadüftür ki bu yazı yayımladığında 19 Ocak 2007’de katledilen Hrant Dink’in ölüm yıldönümü olacak.
Basın özgürlüğü ve demokrasi için mücadele veren Hrant Dink’e saygıyla… (EC/HK)