Ölüm üzerine sevinebilenler, bu adab-ı muaşeret yoksunları, ölüyü salt ölmüşlüğüyle “iyi bilmeyecek olanlar”, ancak misal Bobby Sands’inki gibi, ki Bayan Thatcher bunun azılı bir suçlunun canına kasteden tercihinin sonucu olduğunu ilan etmekten geri durmamıştır, yaşama yatan, yaşatan ölümlere saygı gösterenler, ölümün yaşamdan gayrı olmadığını, yaşamı konuştuğunu düşünenler; Margaret Thatcher’ın ölümü karşısında zamanında kendisine ithaf edilmiş rock şarkıları eşliğinde bir elden kadeh kalırıyor, bir güzel seviniyoruz.
Yaşamı konuşanlar, yaşam adına sevinen ve üzülenler, mevzu bahis ölünün nefret ettiği yığınlar, bu kadının mühim bir parçasını oluşturduğu ittifakın sebebiyet vermeye devam ettiği ölümlere ve dahi yaşarken ölü addedilenlere ziyadesiyle üzülüyor zira.
Bayan Thatcher’ın icraatları malumunuz; cuntacılarla yarenliği, işçi hareketi ve sendikal mücadeleye karşı beslediği amansız nefret, Sinn Féin başkanı Gerry Adams’ın deyişiyle iç savaşı besleyen korkunç militarist siyaseti, tüm dünyayı kasıp kavuracak olan neo-liberal ve yeni muhafazakar dalganın yılmaz savunucusu oluşu... Kendisini, “İngiltere’yi kurtaran kadın” olarak yad edenler haklı bir yerde, Thatcher gerçekten de İngiltere’yi kurtarmıştır: Hobbes’un Orta Çağ’a damgasını vuran ayaklanan yığınlara karşı metafizik temellerini attığı; liberal iktisadı, Marx’ın tabiriyle geçinmek için etinden başka bir şeyi kalmamış olan proleterleştirilmiş yığınların tembelliği ve sefa düşkünlüğü karşısında, burjuva oluşlarını çalışkan ve kanaatkar tabiatlarına borçlu iki sınıf arasındaki ahlaki ayrıma bağlayan klasik ekonomistlerin İngiltere’si, o yığının korkusunu hep belleğinde taşıyan, hep kurtarılması gereken İngiltere, Thatcher döneminde, yeni ve bu kez neoliberal tabir edeceğimiz proleterleştirme dalgasıyla bir kez daha vahşi yığınlardan kurtarılmıştır.
Ayaklanan yığınların yarattığı korkunun bilhassa İngiliz yönetici sınıfı ve ideologlarının belleğindeki yeri, kapitalizmin tarihinin bu korkuya karşı geliştirilmiş bir yanıt oluşu malum. Ben bugün daha ziyade salt cinsi kadın olmaklığıyla, öyle ya buna rağmen mühim bir konuma gelmişliğiyle M. Thatcher’ın kimilerince saygıyı hakedişi üzerine düşünmeye çağırıyorum sizleri; sürü/yığın olmaklığımızla yoksun olduğumuz adab-ı muaşeret ve kurduğumuz ittifaklar içerisinde oluşumuz üzerinden... Demem o ki Margaret Thatcher’ın kadın olmaklığını masaya yatıralım.
Deleuze/Guattari, Bin Yayla’nın onuncu bölümünde, kimlik mücadelelerini yorumlamak üzere incelenebilecek oluş kavramını açıklar. Sabitlenmiş kimlikler karşısında, bunların altında devinmekte olan oluş, her şeyden önce ittifaktır. Olanın ne-liği, kim-liği verili değil, oluş içerisinde meylettiği, ancak asla hiç bir zaman tam manasıyla özdeş olmadığıdır. Siyasi olarak yığınlarla bir arada düşünülebilecek olan sürü-oluş, kişisel olmayan, sürüyü belirleyen duygulanım üzerinden bir araya gelen, olumlu ittifak, çokluktur. Kadın-oluş, bu minvalde, bilhassa Siyah Feminist Hareketin öğrettiği üzere, özdeşlik üzerinden kurulan biyolojik bir bağ değil, ırk, ulus, din, sınıf belirlenimleri altında şekillenen farklı deneyimlerimiz üzerinden kurulan ortaklıklarımıza dayalı bir ittifak olarak belli tabiyet biçimlerine karşı bir mücadele zeminidir.
Kadın-oluş bir mücadele alanı olduğu ölçüde, proleterleştirme, bu minvalde kırılganlaştırma kadınlaştırma olduğu müddetçe, mücadele sahasındaki cinsi-kadın/erkek, kadın-oluşa meyleder; kadın-oluş cinsi kadın/erkeklikten boşanır; sürünün, yığının, mücadelenin tekinsiz ittifaklarının öznesi (agencement) halini alır. Margaret Thatcher, bu bağlamda, olsa olsa Keynezyen liberalizmin krizi karşısında yönetici sınıfın vahşi yanıtı olan ve dünyayı yeni bir yıkım ve kıyım dalgasına sokan neo-liberal topyekun proleterleştirme sürecinin baş aktörlerinden olmaklığıyla, gönülden kurduğu bu ittifak çerçevesinde, erkek-oluşun hakkını vermiş bir cinsi-kadındır.
Yani kimse kusura bakmasın, kendisine “güçlü” bir cinsi-kadın olmaklığıyla saygı duymuyorum. Daha ziyade bu bahsi geçen gücün nasıl bir güç olduğunu ve hangi ittifaklar çerçevesinde edinildiğini soruyorum, zira kimse tek başına güçlü değildir. Kendi insanlığını, sınırları içinde ve dışında köleleştirdiklerinin, proleterleştirdiklerinin vahşiliği, hayvanlığı, sürü/yığın oluşu üzerine kuranların adab-ı muaşereti ne derse desin, gerekirse ölünün mezarında sevinç nidalarıyla tepinecek olanlar, bu kibar katillerin de vahşi bir sürü olduğunu, mensuplarının tek başlarına güçlü olmadığını biliyor. Bu cinsi-kadına gücünü veren kadın-oluşu değil bu adab-ı muaşerete bayılan modern katiller sürüsüyle erkek-oluşu üzerine kurduğu ittifaktır.
Michael Albert, Hugo Chavez’ün ölümü üzerine yazdığı yazısında, Chavez’in iktidarın yozlaştırıcı etkilerinden kendini uzak tutabilmiş istisnai bir insan olduğundan bahseder ve “istisnaları” beklemektense, bu istinayı kaide haline getirecek siyasi yapılar inşa etme mücadelesine girişmemizi önerir. Meseleye benzer bir yerden yaklaşacak olursak, bizim derdimiz kişilerle değil, bu ittifakla, bu molar devlet yapılarını ve sermaye birikimi araçlarını donduran ve kristalleştiren, yeni Margaret Thatcher’lar tohumlamaya duran dallı budaklı sistemle, bu erkek-oluşla’dır; tabi bu bir ara soluklanıp toprağımızdan hibrit tohumlarla biten kendi Thatcher’ımızın ölümüne kadeh kaldırıp neşelenmeyeceğimiz anlamına gelmesin. (ÖK/AS)